Yastık

“Yastık”

1987, Mart ayı, İstanbul, Gümüşsuyu.  Hacı İzzet Paşa Sokağı, Mutlu Apartmanı, 10 numarada yaşayan 2’si erişkin, 1’i kız diğeri erkek, 2 çocuk ve 1 İngiliz tazısı, toplamda 5 kişilik Buğay ailesinin 8 yaşındaki oldukça sessiz ve her şeyi, o sükunet içinde en ince ayrıntısına dek takip eden, adının ne olduğu sorulduğunda da “Zeymek” cevabı veren küçük kızları, ben, fındık burnumu pencereye dayamış, büyük bir heyecanla bembeyaz olmuş mahallemize, hep oyun oynadığım, şimdi ise yoğun kar örtüsüyle kaplı olan yokuşumuza bakıyorum. Kar o denli çok yağmış ki büyükler işe, biz çocuklar da okula gidemiyoruz. Herkes evlerinde mahsur kalmış. Başkaları bu durumla ilgili ne düşünüyor bilemiyorum ama benim canıma minnet. Çünkü çok sevdiğim, çokta fazla çekindiğim annemin yakınındayım. Bir şeyler öğrenmekte sürekli güçlük çektiğim ve zoraki gittiğim o aptal okul, sonsuza dek açılmasa ve biz annemle hep evde kalsakta olur diye düşünüyorum. Elimde yer fıstığı ezmesi ve reçel sürülmüş ekmek dilimleri, aralıksız şekilde tıkınarak, keyifle salonun koltuklarının yastıklarında yuvarlanıyorum…

Ağabeyim ve arkadaşları, dik Haci İzzet Paşa yokuşundan altlarına çöp poşeti ve tepsi alarak, büyük bir keyifle kayıyorlar. Bir aşağı, bir yukarı yorulmak bilmeksizin inip çıkışlarını, attıkları çığlık ve kahkahaları öykünerek izliyorum. Ben de onlarla birlikte oynamak istiyorum. Fakat annem beni yanlarına bırakmıyor. Üşütmemden çok korkuyor. Zaten Ömer de beni çevresinde istemiyor. “Ne gerek var şimdi küçük kardeşe, bir de ona göz kulak olmakla filan uğraşamam!” diye düşünüyor. Kim bilir belki haklı da… Hiç bir zaman bir kardeş sahibi olmak istememiş. Ben ise 6 sene sonra onun krallığının üzerine emrivaki misali çökmüş gereksiz ve sevimsiz birşeyim. İstenilmediğimi annem de gayet iyi biliyor. O yüzden de balkonda oturup, uzaktan onları izlemem için altıma bir yastık veriyor. İşte o yastıktan nefret ediyorum. Yazın, adada da annem mutlaka elinde bir yastıkla çıkageliyor. “Taşa oturmamamı, hasta olacağımı” söyleyip, Brezilyalı popomun altına getirdiği o yastığı yerleştirmemi komut ettikten sonra gidiyor. Netameli olan idrar yollarımın yerden soğuk çekip, sistit olma ihtimalimin önünde duran tek engel o yastık… Ne kadar koruyucu ve şefkatli bir şey, değil mi? Mesela ama tezat bir şekilde, kardeşinden nefret eden ağabeyimden yediğim dayaklardan kendimi sakınabilmek için de sığındığım bir araç… Karnıma arka arkaya tekme attığında ve ister istemez soluğum kesildiğinde, kafama da vurmasın ve ben tekrar nefes alabileyim ümidiyle sakladığım bir yer… O dayaklar asla bitmeyecek korkusuyla geceleri sarılıp, ağladığım, ebeveynlerim yerine beni teskin eden paha biçilemez de bir eşya… Kısaca, benim nazarımda fonksiyonel olsa da pek de tatlı anları, durumları çağrıştırmayan bir şey…

Mayıs, 2017. Lea artık 22 haftalık. Amerikan Hastanesi’ne 4 boyutlu ultrason çektirmek için gitmem gerekiyor. Lea’nın babası yurt dışında yaşadığı için benimle gelemez. Annem ise kızının evlilik dışı gebeliğini hazmetmekle meşgul ve yarın bir gün, bu hayatta en çok seveceği varlığın torunu olacağını göz ardı etmeyi seçerek, benimle gelmemeyi hatta böylesi bir tıbbi kontrol hiç olmayacakmış gibi davranmayı tercih ediyor. Adeta karnımda canlı bir çocuk yokmuş da ben onu şişirmek için içine bir yastık sıkıştırıp, gebe taklidi yapıyormuşum gibi hayal ederek, kendisini rahatlatıyor… Ancak o ne şekilde bakıp, durumu ne denli hafife alırsa alsın, bu benim ilk renkli ultrasonum değil…10 hafta evvel de aynı şekilde, tek başıma muayene olmak zorunda kalmışım. Çıkışta da kan verip, çocuğumda genetik bir rahatsızlık meyli var mıyı araştırmaları için başka bir laboratuvara yine yalnız başıma gitmişim. Çocuğumu da her halde, yine bir gece yalnız başıma, sarıldığım bir yastıktan filan yapmışım ki kimse, ne Lea’nın yastık olmayan, kanlı canlı babası ne de küçüklüğümden beri beni yastıklarla koruyan kollayan annem neler olup bittiğini sorma gereği duymamış. Belki birisi doğuştan duyarsız bir öküz olduğu ve berikinin de sosyal zekası kıt olduğu için, kim bilir… Bilmiyorum… Akıl yormak da istemiyorum. Tek bildiğim hep yalnız olduğum ve kimsenin, kendisi haricinde gerçekten severek ve üzerime titreyerek, beni düşünme gereği duymadığı… Benimse yok sayıldıkça, geceleri hayatımda gerçekten var olan tek şeye; kuş tüyü, kaz tüyü, ortopedik, yüksek, alçak, yumuşak, sert veya her ne b*k özellikteyse, “o yastığa” sanki yanımda dağ gibi, muktedir, aşırı düşünceli ve çok sevecen, çokta sahiplenen birisi varmışçasına çocuk misali sarılıp, sığındığım ve gizli gizli tüm hayal kırıklıklarım için onun sinesinde ağladığım…

Hastanede kontrol için sıramı beklerken etrafıma bakınıyorum. Hemen hemen herkes çift… Ve erkekler ne garip ki kadınlardan çok daha heyecanlı. Kıpır kıpırlar. Kimisinin elleri eşlerinin karnında. “Bakın ben yaptım, yastıktan filan değil!” gibi açıktan bir gurur var o göbeği sevgiyle kavrayışlarında… Kadınlarda da: “Yastıktan hangi salak çocuk yapar ki allah aşkına?” suali eden, mağrur bakışlar mevcut. Eşi yanında olmayan bir kısım gebenin de bebeklerinin birer yastıktan peydah olmadığını kanıtlarcasına yanlarında ya aslan gibi anneleri ya da panter misali kayınvalideleri var. Kısaca önüm, arkam, sağım solum mutlu ve evli gebe, benim gibi nikahsız, sahipsiz olup da daha bir de hamileliğini saklanamayanlara çok fena sobe… Yapayalnız ve gebe halimle aralarında çok eğreti durduğuma inanarak, utanıp önüme bakıyorum. Yandaki beyefendi bir ara eğilip, koklayarak ve tutkuyla, eşinin boynunu öpüyor. Başımı çevirmeksizin olanı görüyorum. Zaten belki de bu hayatta en tatsız özelliğim her şeyi görüp, fark etmem… İçim burularak, hamileliğin aralarındaki cinsel çekimi öldürmediğini düşünüyorum. Gözlerim doluyor. Kim bilir çift canlı olmanın verdiği duygusallıktan mı yoksa bebeğim tutunsun, bir kanamayla rahmimden düşüp gitmesin diye sabah akşam verdikleri bilmem kaç miligramlık progesteron hormonundan mı bilmiyorum ama kendimi tutamayıp, ağlamaya başlıyorum. Canım çok yanıyor çünkü Lea’nın babası bana, ben gebe kaldıktan sonra bir daha asla dokunmamış. “Sen artık doğuracaksın, neden bir cinsel hayatın olsun ki?” diye de çok mantıklı bir şey dermişçesine durumu izah etmiş. “Senin neden bir cinsel hayatın olsun ki?” diye sorarken, “Senin olamaz, sen artık sadece annesin ve ıskartaya çıktın ama benim olur ve olacakta” demiş, esasında. “Bir kadın doğurduktan sonra çoğu erkeğin içi artık o kadını almaz, erkekler kendi başlarının çaresine bakarlar” diye de eklemiş. O saçma sapan konuştukça beni ve Lea’yı yastıkla nefessiz bırakana, çırpına çırpına öldürene kadar da onur, kadınlık, şehvet, yakınlık, tutku, sevgi, yatak, yorgan, yastık hiç ama hiç bir şey bırakmaksızın salt keyfine katletmiş. En berbadı da gebeliğin bana sevgilimi kaybettirecek, dönülmez bir karar olduğunu ben içimde bir evladı onun için her şeyi göze alıp, taşırken söylemiş. Sadece canımı yakmakla kalmamış, içimde büyümekte olan cana da benden “canım” dediğim kişiyi çalma görevini vererek, bizi daha çocuğumla kavuşmadan, birbimizi hiç tanımadan aramıza fersah fersah uçurumlar sokmuş. Ne denli çok kırılıp, üzülmüşsem de cevaben sadece: “Yazıklar olsun sana, sen gerçek bir ruh hastasın ve tüm bu dediklerinin ardında esasında bambaşka bir şey var. Emin ol, o her neyse önüme gelecek, işte o zaman dua et de seni Allah benden esirgesin” demişim. Ağzını dahi açamamış. Sonra sonra bana sarılmak, elimi tutmak, yatakta başımı göğsüne yatırmak filan istemiş ama asıl o konuşmadan sonra bir daha, benim onu içim almamış ve yakınına da asla ama asla sokulmamışım. O izan noksanı ise benim o gün, sözlü yaptığımız o yastık savaşında telef olup, öldüğümü hiç anlamamış veya bile isteye anlamamazlıktan gelmiş…

2012 senesi. Lea’nın babası verdiğim çok ciddi bir hukuk savaşı sonucunda hapisten yeni çıkmış. Tek bir defa daha başını belaya sokabilecek kötü herhangi türden bir işe bulaşmasını istemediğim için gönüllü olarak onun erkeği ben olmuşum. “En basitinden ne yapabilirsen onu yap veya hiç bir şey yapma, para kazanman hiç önemli değil” demişim. Köpek gezdiriyor. Çok mutluyum. Asla para kazanamamasını dert etmiyorum. Bilakis küçük bir işi yüksünmeden yaptığı için onu çok seviyorum. Ben ise inanılmaz bir yoğunlukta çalışarak, muazzam miktarlarda para üretiyorum. Ailemden de 22 yaşımdan beri tek bir kuruş almıyorum. Bunu da gururdan ziyade, ağabeyimin kaburgasını kırdığım o meşhur dayağa rağmen bir gün tekrar biti kanlanıpta, benim canımı yakmaya heves etmesi halinde, onu anne, baba baskısına maruz kalmaksızın, hür bir şekilde polise, savcıya verebilmek için bilinçli bir biçimde tercih etmişim. Benim için parayı var etmek asla bir dert olmadığı gibi aşırı derecede uğurlu birisiyim. Hayatına girdiğim veya yanından teğet bile olsa geçtiğim herkesin imkanları, sağlığı, yaşamı tamamen iyileşiyor. Parayı kazanmakta hiç bir güçlük yaşamasam da bunu erkek arkadaşıma onun gururunu kırmaksızın nasıl veririm diye çok düşünüyorum. Geceleri başımı yastığa koyduğumda sıklıkla bunu düşünüyorum. Tüm kredi kartlarımı kullanabilsin diye şifrelerini yazarak, ortaya bırakıyorum. Asla tek bir tanesinin ekstresine açıp, ne harcanmış diye bakmıyorum. Direkt ekstreleri çöpe atıyorum. Tüm kazandığım parayı da onun yastığının altına bırakıp, ne kaldığını asla saymıyorum. Çok iyi biliyorum ki gururu kırılırsa, hadım olur ve ben onun erkekliğini yok etmiş olurum. Bunu ona asla yapmak, onu erkeklik gücünden ve gurundan etmek, onu kötürüm bırakmak istemiyorum. Bendeki bu gereksiz düşünceli ve ince tavra rağmen o çok ileride bana isteyerek veya istemeyerek, yapabileceklerini önden sezmiş olsa gerek ki bir gece yatakta bana uzun uzun baktıktan sonra: “Seni çok seviyorum ama senin kadar temiz birisinin sevgisini de asla hak etmiyorum. Sen bir başkasıyla, muhtemelen benden çok çektikten sonra, çok mutlu bir şekilde bir yastıkta kocayacaksın” deyip, yüzünü ağladığını görmemem için yastığına bastırıyor. Ben ise bir cevap veremiyorum. Onun da hissiyat ve tahminlerinin çoğunlukla doğru çıktığına çok şahit olduğum için onun bunu sebepsiz dile getirmediğini biliyorum. Üzülüyorum ve onun başını severken,  bir gün ayrılacak olmamıza, ondan kopacak belki de onu artık hiç sevmeyecek olma ihtimalime sessiz bir şekilde ağlıyorum. Göz yaşlarım pıt pıt yastığıma düşüyor…

Gümüşsuyu. Mutlu Apartmanı. Mart, 1987. Benim odam. “Sen bu erkek konularında başarısızsın!” diyor, yastığıma uzanan Kurabiye Bey. Ben ise onu can kulağıyla dinleyip, bana ikram ettiği bebek boy Oreo bisküvilerini soğuk süte banıyorum. “Seni beğendiklerini anlamıyorsun bir kere…” diyor. Bir an için duraksıyorum. Haklı. Gercekten de anlamıyorum… Bana o konularda çok açık olmak lazım. “Seni çok beğeniyorum” “Elini tutabilir miyim?” “Sarılabilir miyiz?” “Seni öpebilir miyim?” “Yastığımı paylaşmak ister misin?” gibi. Yoksa anlamıyorum. Kızımın babasının bana pekte lafı dolandırmadan: “Aklımı senden alamıyorum” demesi ve pıt diye koluma girmesini hatırlıyorum üzüntüyle… Önümdeki süt bardağına bakarken bir yandan da yakında bebeğime süt vermem gerekeceği için büyümeye, irileşmeye başlamış olan gögüslerimden ve Lea da her hafta geliştiği için artık elde olmaksızın belirginleşen hamile karnımdan utanarak: “Bu konuları konuşmamız yersiz zaten… Doğuracağım için beni artık kimse beğenmeyecektir… ” diyorum. Kurabiye Bey dediğimin külliyen saçma olduğunu ifade etmek istercesine şehla gözlerini kocaman açarak: “Delirdin mi sen Allah aşkına, o ne demek? Nereden çıktı bu?” diye soruyor. Muhtemelen kurabiyeyi veya soğuk sütü çok fazla kaçırdığımı düşünüyor. Ben delirmediğimi ama tüm bu ilişkideki kötü muamele ve iğrenç ifadeler sebebiyle delirtildiğimi düşünüyorum. Ona dönüp, delirenin ben değil, kızımın babası olduğunu söylemek istiyorum. Fakat sonra vazgeçiyorum. Onunkisi delilik değil, bu onun şahsi fikri ve ben o görüşle idam edilmişim. O, bana çok ama çok açık bir şekilde onun için artık bir kadın değil, sadece bir anne olduğumu ifade etmiş. O an artık içimde birikenler, minik gögüğlerimdeki yeni oluşan süt, karnımdaki evlat, geçmişteki anlamsız sadakat ve nezaketim, yüreğimi bir dönem ezen sevgi vs derken Mutlu Apartmanı’ndaki o minik odama sığmadığımı fark ediyorum. Yastığımın altında vaktiyle kızımın babasıyla benim için kazanmış olduğum o tonlarca paradan arta kalmış olan bir kaç kuruş bozukluğu belki yolda bir şey için gerekir diye cebime atıp, annemden izin almaksızın, dışarı çıkıyorum. Tüm Gümüşsuyu’na lapa lapa kar yağıyor. O karlı yokuşa hiç ama hiç bir şey düşünmeksizin, boylu boyunca uzanıyorum. Ağabeyim ve en az onun kadar erkek olan tüm 1973 kuşağı, benim orada yattığımı fark etmeksizin, üzerimden neşeyle kızaklar, çöp poşetleri ve tepsilerle geçiyorlar. Kafama, yüzüme, kollarıma, karnıma, bebeğime her seferinde umursamaksızın vuruyorlar. Canım acıyor ama asıl: “Kadın değilsin! Kadın değilsin!” diye tekrarladıklarını işittikçe sadece ölmek istiyorum. Cebimdeki bozuklukları hatırlıyorum… “Beni gömerlerken kimseye yük olmam belki de o para sayesinde” diye son bir ümit düşünüyorum. Çıplak ayaklarım soğuğu yavaş yavaş çekerken, idrar yollarım tamamen hastalanıyor ve bebeğim Lea da karnımda donup, ölüyor. Ne kadınım artık ben, ne de bir anne… Hacı İzzet Paşa yokuşunda, 8 yaşında, erkekleri, dünyayı, acıyı tanımaksızın göçüp gitmiş sadece bir ölüyüm. Kar üzerime yağıyor ve yavaş yavaş bu dünyadan beni siliyor. Tamamen yok ediyor… Kim bilir belki de ben, 42 yaşına dek gerçekten de hiç varolmamışımdır? Belki de hepsi bir rüyadır, kötü, b*ktan bir rüya… Kim bilir belki de ben, sadece “o” birisi bana açıkça: “Çok güzelsin, seni çok istiyorum, gitme benimle kal lütfen!” demediği için, elimi elinin içine almadığı için o kabustan hiç uyanamamış, kadınlığımdan utanan ve anneliğimle de asla barışamamış, gerçek hayatla hayal alemi arasında sıklıkla giden gelen, hem neşeli bir çocuk hem delik deşik ve ölümüne olgun, bir uyku gezgini olmuşumdur… Rüya aleminde sıkışıp, arada derede kalmışımdır. Yaşamak istesem de sırf “o” birisi beni sevmeye cesaret edemediği için sadece ölmüşümdür… Kim bilir?