Varoluş

Bir şeyler almak, almadan duramamak, almadığında veya alamadığında ise eksik hissetmek hızla tüketmeye şartlandırılmış günümüz toplum bireylerinin ortak sorunu. Alma eylemi duygusal başka türlü açlıkları tatmin ediyor olsa gerek ki alan kişi neyi, neden aldığını pekte sorgulamıyor. Bu durum israftan da öte yetmeme, yetinememe hallerini körüklüyor.

Bireyin sahip oldukları toplumdaki statüsünü, ona gösterilen itibar ve saygıyı belirler hale geldiğinden beri yediği, içtiğinden tutun, kullandığı vasıta, telefon, giydiği giysinin markası ve yaşadığı semtin popülerliği, meskenin genişliği, içsel donanımı ona atfedilen değerin ölçütleri oldu.

Kimse artık renkli esvapların altındaki, süssüz, yalın, gerçek bireyle, onun çıplak ruhu veya yalnız kalbiyle ilgilenmiyor. Varoluş sahip olmaya ve görselliğe indirgendiğinden beri hiç birimizin itiraz edemeyeceği şekilde tek tipleştik, kalıpların dışında kalan her şeyi – ne acıdır ki bu sayacaklarıma kendimiz de dahiliz- “çirkin, eksik, yanlış, kötü, hasta, bayağı” vb. olumsuz niteliklerle yaftalar olduk.

Belki buraya kadar anlattıklarımın insan algısının noksanlığından, bilgiyi yorumlarken hata yapmaya olan meylinden ötürü normal görebiliriz. Ancak içinde yaşadığımız o hayat denilen mükemmel denklemin yaratıcısı kendisini yaşamdaki ve doğadaki çeşitlilik, tamlık ve noksanlıklar sayesinde tanımaya çalışıp, herkesi ve her şeyi de olduğu gibi kabul etmek suretiyle oyununu genişletiyor, bizleri de büyümeye teşvik ediyor. O halde bizler neden bu kadar köşeli ve şekilciyiz?

Başka hayatları tanımıyor, ilgilenmiyor, üstün körü geçiştiriyor olabiliriz…  Bize öğretilenleri, dayatılanları sorgulamıyor, daha kolaycı bir şekilde tek tip gerçeklik olduğuna kendimizi inandırıyor olabiliriz ama bizdeki bu çabasızlık ve bir anlamda tercihli cahillik dışardaki farklı renkleri, sesleri, şekilleri, tatları, hisleri yok etmiyor tam da tersine biz yok saymayı seçtikçe daha da baskın hale getiriyor.

Biz onların varoluşunu kolaycı bir şekilde hiçe sayıyoruz çünkü tek bir kalıba uymayan her şey alışılagelmiş algımızın dışındadır ve zaman ayrılıp, tanınması gerekir. Kim gerçekten her gün yeni bir şeyi fark etmek, tanımak, öğrenmek üzere en azından yarım saatini ayırıyor ki? Maalesef çok azımız… Geri kalan pek çoğumuz için fark etmenin yerini rutinde kalmak, tanımanın yerini ezber bozmamak, öğrenmenin yerini de yüzeysellikten hoşnut olmak aldı. Fark etmeksizin yoksullaşan ruhlarımızın çelimsizliğini birbirimize çaktırmamanın en güzel yolu ise sadece sahip olmak; çere çoputa, varlığa, bir insana…

Ne acıdır ki sahip olmak kendisiyle beraber kaybetme kavramını da getirir yani ümitsizce eksikliklerini örtmeye çalışan insanoğlu bir yandan sahip olurken bir yandan da belirli bir süre zarfı içerisinde yaşayacağı kayıpları eliyle ekmektedir. Ruh bu döngü içerisinde gün be gün unutulur, zayıflar ve altına saklandığı gereksiz edinimlerin yüküyle boğulur, nefes alamaz hale gelir…

Peki var olmayı hatırlamak için ne yapabiliriz? Mesela bebekleri gözlemleyebiliriz… Onların hepimizin geldiğimiz yeri unutmaksızın, şevkle başlarını kaldırıp gökyüzüne ve yıldızlara bakmalarına ve sürekli yukarılara doğru tırmanma çabalarına öykünebiliriz. Varoluşumuzu onların masum neşesinden feyz alarak minnetle hatırlayabiliriz. İşte o zaman dünyanın neresinde, ne koşullar içinde olursa olsun bir taş parçasına bile şaşırıp, onu tanımak üzere dakikalarca dikkatle bakan, bir kuşun kanat çırpmasıyla ağız dolusu gülebilen ve varlığından henüz yabancılaşıp, kopmamış minik insanların yalınlığını gayretle kopyalayıp, özümüze dönebiliriz. Büyüdükçe küçülmek sahip olmakla, küçüldükçe büyümek ise var olmakla alakalıdır… Hepimizin varlığıyla barışması ve kucaklaşması temennisiyle…