Seninle Başım Dertte

“Seninle Başım Dertte…”

5 Ağustos 2019. Kınalıada. Gün batımı. Dışarıda şeftaliyi andıran ılık, hafifçe esintili, sanki ıslakmış gibi bir hava var ve gökyüzü de sarıyla turuncu arasında gidip geliyor. O gün Sofya’dan gelen misafirlerimiz, bahçemizin en tafralı güzeli, devasa pembelikteki begonvilimizin hemen altına kurulan mükellef bir Ayşe Bugay sofrasında 3 çocuk, 7 erişkin olacak şekilde güle oynaya, izzet ikram ağırlandı. Ev sahibi çift, Ayşe – Umur özelinde yoğun bir Oğlak-Terazi çekişmesi yaşandı ve Ayşe ara ara hışımla gözlerini kısarak: “Çok fazla yedin Umur’cuğum yeter ama artık!” uyarıları yaparken, rakip takımın kaptanı Umur “Çocuk muyum ben?” dercesine gözlerini kocaman kocaman açarak: “Daha yeni başladık Ayşe’ciğim, yiyeceğiz tabii ki… ” cevabıyla özünde “Çatlayana kadar tıkınacağım, karışmayın, ana kız düşün artık yakamdan!” tepkisi verdi. İki taraf arasında kararlı ve yoğun güç mücadesi odaklı rekabet süregelirken, ev ahalisi ve misafirler duruma açıktan güldü, kıkırdadı. Beraber kuyu başında hatıra resimleri çekildi, dondurmalı ayva tatlıları ve yassı kadayıflar yenildi. Umur tabii ki Ayşe’yi yok saymak suretiyle her çeşitten en az birer tabağı mideye indirdi, galon galon şaraplar içti, tam “Bu isyankar davranışlar üzerine ana kraliçe Ayşe, bu hadsiz parya Umur’u kesin boşar!” diye varsayarken, bir anda göklerden Umur’a ilahi bir yardım geldi ve vapur saatinin yaklaşması üzerine herkes sarıldı, öpüştü, “Tekrar bir araya gelelim” temennilerinde bulunurken, candan ve güleç bir veda eşliğinde misafirler gitti ve Ayşe-Umur evliliği de kopuşta direkten döndü.

El ayak çekilince, yardımcılarımız etrafı toplamaya başlıyor. Kızım Lea da asla bitmeyen azma ve kudurma enerjisiyle, bir içeri bir dışarı koşup, kedim Gofret’i kovalayıp, uyuz ederken gece nerede kaldı diye meraklı gözlerle etrafa bakınmaya başlıyorum. Oysaki gece de hala etrafta oyalanmakta olan günün rahatlığından sıkılmış bir halde, onun toparlanıp gitmesi için sabırla sırasını bekliyor.

Bahçedeki tersten aşılanmış ve dalları, o özel uygulama sebebiyle yukarıya doğru değil de aşağıya doğru uzamış, yemyeşil sık yapraklı ve âdeta kafasına dönmüş vaziyette bir tas yerleştirilmiş olan, aşırı yakışıklı kara dutumuzun altında, tüm gözlerden ve hatta Lea’dan da saklanmış bir halde, her zamanki gibi çıplak ayaklarımla oturuyorum. Tabanlarımı neşeyle toprağa sürterek, çimleri hissedip, kimseye çaktırmaksızın dikkatle etrafı gözlüyorum. Biraz sonra, hep yaptığım gibi gece tam çökmezden evvel ve deniz de tamamen boşalmışken, büyük top sahasının karşısındaki Yalı Plajı’na yüzmeye gidip, tek başıma suda keyif yapacağım. Lea’cığım da sahilde bakıcısıyla birlikte beni bekleyecek. Arada suyun soğumuş olmasına aldırmaksızın yüzmek için tutturacak ve yardımcım Noreen’e, benimle gelmiş oldukları için söz dinlemez inadıyla, kök söktürecek. Ben ise hiç bir şeyi umursamaksızın, kendimi sırt üstü suya bırakıp, kollarımı ve bacaklarımı iki yana doğru açmak suretiyle, hareketsiz bir şekilde dururken, kararmaya başlayacak olan gökyüzünü izleyeceğim. Suyun beni kimse fark etmeden, Kınalıada önünden alıp, Gümüşsuyu’na atmasına izin vereceğim. Dolmabahçe’nin önünde, Saat Kulesi’nin orada pat diye bir anda belireceğim. Denizin derinlerine doğru dalıp, stadyumun altındaki dehlizlere varacağım ve ıslak ıslak yürümeye başlayacağım. Yukarıda Beşiktaş top koşturuyor olacak. Amcam ve babam formaları sırtlarında, takımları için keyifle tezahürat yapacaklar. 7-8 yaşlarındaki ben ve kuzenim de onların yanında köfte ekmek yiyor olacağız. Ben tabii ki o yarım ekmek köfteyle asla doymayacağım ve aklımı da aç karnımdan ötürü maça katiyen veremeyeceğim. Ağabeyim gelecek sıkıntıyla aklıma, beni sürekli Galatasaray’lı olmam için dövmesi, eziyet etmesi derken: “Beşiktaş’a, Beşiktaş’lılara gönül vermem benim için iyi olmaz” diye kanaat edeceğim. Arada kalacağım. Canım sıkılacak. Arada derede, net olmayan hiçbir şeyi sevmediğim gibi bu ikircikli durumu da sevmeyeceğim. Boş boş sahaya bakarken herkes beni orada maçtayım sanacak ama esasında ben o esnada aşağıda, karanlıkta, İstanbul’un altındaki dehlizlerde ilerleyerek, yerin altındaki İstanbul’u tek başıma gezeceğim. Nasıl nefes alacağımı, nasıl ışık bulacağımı düşünmeksizin, korksam da kendi başıma İstanbul’u yaşayacağım. Zaten hep yalnız değil miyim? Sonra bir anda maç bitecek, Beşiktaş kazanacak, ağızları kulaklarına varan babam: “Sevdin mi aptal?” diye sorduğu anda, bir cevap vermek zorunda kalmamam, yalan söylememem için su beni alıp, tekrar Kınalıada önüne atacak. Manastır’ın hizasında denizde aynı şekilde yatıyor olacağım. Kimse hatta Lea bile bir süreliğine gidip geldiğimi anlamayacak. Sığırcıklar günün son dansını ederken, bir yandan onları gözleyip, diğer bir yandan da içinde yatmakta olduğum suyu dinleyeceğim. Çıkmadan evvel denize onu çok sevdiğimi ve onsuz asla yapamadığımı ona minnetle ifade edeceğim… Gerçi o, bunun böyle olduğunu küçüklüğümden itibaren bildiği için bu dediklerimi çokta bir şaşkınlıkla karşılamayacak. Kıyaya doğru yürürken aklıma 2 yaşımın sonuna kadar yazları oturduğumuz Büyükada’da, belimi kavrayan simidime sıkı sıkıya tutunup, anne ve babama sudan çıkmamak için çığlıklar, tekmeler atan, kayığa zinhar gerisin geri binmek istemeyen ve adanın açıklarına doğru, badi boyuna bakmaksızın alıp başını yüzen ben gelecek. Havluma sarınırken sanki hala belimde simidim duruyormuş gibi gülümseyeceğim ve o zamandan bugüne hiç bir şeyin değişmediğini, kendimi sadece suda mutlu hissettiğimi, sadece suda tüm dertlerimi unuttuğumu ve ondan asla kopmak istemediğimi düşüneceğim. Lea’nın elini tutacağım ve onu ıslak, tuzlu olmamı usursamayarak kucağıma alıp, öperek, eve taşıyacağım.

Poyraz esiyor. Karadutun upuzun, yeşil, çılgın tas saçları istemsizce sağa sola doğru savruluyor. Onun gür saçları ve kara meyveleri rüzgârda umarsızca oynadıkça, benim de kalbim heyecanla “pıtı pıtı” ediyor. Beğeniyle karışık bir utançla onu gözlüyorum ve elimde olmaksızın mahçup bir şekilde gülümsüyorum. Onu tek kelimeyle çok havalı buluyorum. Ve çokta yakışıklı… “Nesi güzel ki o bodur ağacın?” diye sorsanız, onun bende uyandırdığı o tarifsiz duyguyu veya neden onu kendime güzellik kriteri olarak seçtiğimi anlatabilmem çok zor… Onda, bana göre tarifi mümkünatsız bir sihir var… O küçücük boyuna rağmen sahip olduğu azamet, deli yeşil, gür upuzun ve zaptedilemez saçları, onun başını okşayıp, saçlarının arasına elini sokma cesaretini gösterebilen için sakladığı hazineye eşdeğer lezzetli kara meyveleriyle, o benim hayalimdeki tek güzellik eşiği. Ona benzemek istiyorum. Saçlarım hep daha gür, daha da uzun ve daha dut gibi olsun diye tutturuyorum. Saçlarımı yapan Rukiye’ciğimi de kendimi bir dutla kıyaslayarak: “Olmadı ya, o daha güzel!” diyerek, her seferinde deli ediyorum. Gerçek bir balık inadına sahip olan Rukiye de duttan daha güzel olmamı sağlayamayınca eşi İbrahim’e: “Söktürelim o zaman bahçelerinden İbrahim, derhal adaya git ve bahçevanları Hatip Bey’den yardım iste, yok et o ağacı, ben Zeynep’e kendim için beceremedi dedirtmem!” diyor. İbrahim bir an için bu garip fikre yeltense de böylesi birşey yapmaları halinde onları kıtır kıtır kestirteceğimi bildiği için asla davranamıyor. Girişim havada kalınca da ağzında bakla ıslanmayan Rukiye, gözleri dolu dolu bunların tamamını bana itiraf ediyor. Keyifle kahkahalar atıyorum.

Dut beni o denli etkisi altına almış ki onun o etli kara meyveleri benim bu hayatta esmer, marsık erkeklere sempati duymamın yegâne sebebi… Babam gibi çabasız bir şekilde, biraz güneş gördükten sonra şıp diye renk alabilenler de kabulüm. Yeter ki dutu andırsınlar… Ben saçma sapan bir şekilde tüm bunları düşünürken, evimizin kapısı açılıyor. Annem o gece, Avusturya Lisesi’nden arkadaşlarıyla buluşup, kız kıza vakit geçirecek. 18’likler misali ev partisi yapıp, beraber kalacaklar. Yüzü ışıl ışıl gülücüklü, gayet de güzel giyinmiş. Mihrap desen zaten hala yerinde… Babam da onu geçirmek üzere kapı önüne dışarıya çıkmış. Birbirlerine çok yakın duruyorlar, annem onun yakasına dokunarak bir şeyler diyor… Muhtemelen: “Gündüz çok yedin, akşam sakın ola ben yokum diye tıkınmaya kalkma zaten Zeynep de zangoç misali tepende” gibilerinden uyarıyor. Esasında tüm o ihtar, atışma, itiraz süreci içinde alenen flört ediyorlar. Aralarındaki çekimi küçük bir çocuk merakıyla, saklandığım yerden koca misket gözlerimle izliyorum. Bunca seneye, iki koca çocuğa, onca debdebeye rağmen her gün daha da fazla dallanıp budaklanan aşkları çok hoşuma gidiyor. Onların arasındaki hakiki sevgi muhtemelen bana kendi yalnızlığımı ve delik deşik olmuş ruhumu unutturuyor. Üstelik ikisinin karakterlerinin birbirine zerre kadar benzememesini de bu aşkın bunca yıl süregelebilmesinin sebebi olarak görüyorum. O sessiz, aşırı oturaklı, dünyayı sükuneti, gözlem ve dinleme kabiliyeti ve arada sırada ettiği duruma cuk oturan 2-3 cümleyle, çok kolaylıkla tahlil edip, yöneten, duyguları da her daim aşırı saklı olan, serinkanlı babamın, annemin tüm o gökkuşağı hallerine, çok sesli, kahkahalı, yaramaz güzelliğine ve zaman zaman da hırçınlığına ve paparacılığına çok fena halde yakayı kaptırıp, kontrolünü yitirmesi, onu etkilemek, ondan bir gülücük, bir nazlı bakış, bir sarılma kopartmak için her seferinde o donukluğunu kırarak, yaratıcı bir yol aramak zorunda kalmasına, diğerinin de bir süre sonra bu samimi çabaya küçük bir kız çocuğu misali teslim olmasına bayılıyorum. Etrafta kimse yokmuşçasına kapıda kaçamak bir şekilde anlık dudak dudağa gelip, öpüşüyorlar.  Ayrılmazdan evvel de birbirlerine sarılıyorlar ve annem şehre geçmek üzere motor iskelesine doğru yürüyor. Babam ise onu bir süre arkasından gözledikten sonra başına geleceklerden bihaber, halinden de gayet memnun bir şekilde içeriye giriyor.

Ağabeyimin çok nadiren evde bizimle birlikte olduğu zamanlardan birisi… Adayı artık gençliğindeki gibi sevmiyor, insanların onun gıyabında ileri geri konuştuğunun farkında ve bu durumla yüzleşmemek için de adımını atmamayı tercih ediyor. Yaka silkip: “Boş versene, benim yanımda da yıllardır tek bir erkek görmedikleri için kızım ve benim hayatımız hakkında neler neler atıp tutuyorlar, ben hiç kulak asmıyorum. Kendimi kimseye izah etme gerekliliği duymuyorum, sen de aynısını yap!” diyorum. “Sen bu ailenin Mickey Rourke’usun kızım, sana kim ne diyebilir, anında haddini bildirir, yok edersin. Ayrıca, adanın en güzel kadınsın, seni beğenip, merak ettikleri için bu denli konuşuyorlar, benden ise nefret ettikleri için, ikisi aynı şey değil…” diye yanıt veriyor. Hiç uzatmıyorum. Haklı ama yine de kendi evinin önündeki çöp yığınına bakmayıp, etrafı eşeleme hakkını kendisinde gören bu gıybetçi güruha paye vermesini anlamıyorum. Dahası çok az konuştuğumuz için böylesi sinameki bir diyaloğu sürdürüp, onunla çok arada sırada paylaştığım bir zamanı elalem varsayımları ve söylemleriyle de öldürmek istemiyorum. Onun yerine “Mickey Rourke” benzetmesine ayaklarımı yere vurarak gülüyorum. Ağabeyim beni çok güldürüyor. Çocukluğumda, beni keyfi için pataklamadığında veya aşağılamadığında, onca örselenmişliğime rağmen onun yakınında olmaya nasıl da gayret ettiğimi, onu ne kadar komik bulduğumu ve amcamın bu duruma tek kelimelik, kati bir uyarıyla: “Sakın!” diye  defalarca gür kaşlarını çattığını hatırlıyorum. Yine de bu yaşlarımızda, ağabeyimle olur da konuşursak yani daha doğrusu, ben onunla irtibatta olmayı tercih edersem, çok güzel gülebiliyoruz. İkimizin de ruhu matrağa çok meyilli ve beraber fırlamalık yapabiliyoruz. Nitekim babamın kapı önü çapkınlığına şahit olunca, anında ona mesaj atıp: “Umi, demin bizim kızı kapıda öptü ama ürkek ceylan aslanın elinden kaçtı. Selami’yi patlat, müzikhol başlasın!” diyorum. Cevap vermesine gerek yok, dediğimi ivedilikle yapacağını biliyorum ve kendi havalı girişim için dutun altında usul usul hazırlanıyorum.

Bir kaç dakika sonra ev, bahçe hatta mahallenin tamamı Selami Şahin’le birlikte ıslık çalıyor ve Zeymek Serengil dutun uzun yaprakları arasından ansızın çıkarken, aslan yelesi saçlarını savurarak sahnesi kuyuya doğru: “Bilmiyorum seninle, sonumuz ne olacak, belki bu aşk ölümsüz, belki yarım kalacak” diye assolist hareketleriyle yürüyor. Umur faka bastırılmış vaziyette, bir an için başını kaldırıp komşu balkonlara “Rezil olduk!” diye baksa da yapacak hiçbir şey olmadığının farkında. Matrakçının önde gideni olduğu için kendisini tutamayıp gülüyor ve ben ona: “Seninle başım dertte, ne yapsam bilmiyorum, canımdan bir parçasın, söküp atamıyorum” diye kuyu üzerinde Selami eşliğinde serenat yaparken en üst kattan sarkıp, bizi izleyen maestro Ömer’e: “Kıs şunu be, ayıp!” diye çıkışıyor. Ömer ise hiç umursamayarak: “Ceylanı kaçırdın diye bize kükreme kofti aslan, koy rakını efkârın dağılsın!” diye cevabı yapıştırıyor. Rakı lafını duyar duymaz Serengil’i tekmeleyerek sahneden atıp, Dr. Ayşegül Zeymek Çoruhlu gömleğini giyen ben: “Rakı makı yok evi yakarım hea! Sen bugün kaç adet şinitzel, zeytinyağlı dolma, patates salatası, zeytinyağlı enginar, bakla ve daha neler neler yedin farkında mısın? Ömer Hayyam misali içtiğin şarap da cabası, ölmeye davetiye mi çıkartmaya çalışıyorsun? Göbeğin oldu Kapadokya balonu!” diye çıkışıyorum. Ömer yukarıdan: “Geçmiş olsun Umi!” deyip, onu Gestapo Zeynep’le baş başa bırakarak, içeri kaçıyor. Babam ise gıcık olmuş: “Ben bir kadeh rakımı içerim aptal, karışma!” diye tavrını koyuyor. Normalde, böyle bir cevap üzerine rakı şişesine uçan tekme atması gereken ben, garip bir şekilde hiç itiraz etmiyorum, uzatmıyorum ve hatta bir anda: “Bana da koy bir kadeh, beraber içelim” diyorum. Niye diyorum, neden diyorum, nasıl bu denli kolay ikna oluyorum bilmiyorum.

O gece bahçeye kurulmuş olan sofrada bir tek babamla ben varız. Lea’cığım dayısı ve bakıcısıyla birlikte içeride gülüyor, oynuyor, şımarıyor. Yardımcılarımız da evi derliyor toparlıyor. Biz ise çok uzun zaman sonra ilk defa baba kız baş başayız. “Hadi bakalım aptal” deyip, babam kadehlerimizi tokuşturuyor. Benimkisi çok buzlu, çocuk rakısı. Onunkisi torik porsiyon. Bir tane içtim derken 3 dubleyi devirdiğin cinsten…O doldururken içim çok kötü oluyor, son dönemlerde aralıksız içtiği rakı ve her gün kaçak göçek tüttürdüğü sigaradan ötürü nöropatisi var ve gün be gün de ilerliyor. Onu nöroloğa elimle götürmüşüm çünkü anneme her türlü şımarıyor ve asla laf dinlemiyor. Ben ise ona iyi kötü herşeyi söyleyebilen, onu uyarabilen, ona rest çekip, dediğini yaptırabilen tek kişiyim. Yanımda doktoruna özellikle kaçamak sigara içmesinin ardından, her seferinde, ciddi bir fenalık hali yaşadığını itiraf ediyor. Annem muayene odasında bizimle, sessiz ama yüzünden görüyorum, okuyabiliyorum çok korkuyor. Onu kaybetmek istemiyor, çok seviyor ve kendisine dikkat etmemesini anlamıyor. Babamın doktoru: “Umur Bey, bir gün bu hissizlik, fenalık hali en olmadık yerde sizi bulabilir ve nasıl olduğunu anlamadan sizi kaybederiz, lütfen özellikle sigara ve içkiden uzak durun artık!” diye uyarıyor. Babam ise elindeki kasketiyle yapılan uyarıyı sanki hiç duymamış gibi, küçük bir erkek çocuğu misali çevirip, oynuyor. Annemin ve benim ona yönlendirdiğimiz dik ve ters bakışlarla karşılaşmak istemiyor. O istemeyiş halini de devam eden aylarda aklına eseni yaparak, sürdürüyor. Amcam geliyor aklıma, Birinci sigarasını yıllarca paket paket içen sonra da kalp yetmezliğinden aylarca hastanelerde yatarak, çok çekerek, vücudu ufacık kalarak ölen… Gözlerim ıslanıyor. Babam ise iyi bir gözlemci, hızla durumu fark ediyor. “Ne oldu be?” diye soruyor. Ben ise ne diyeceğimi bilemiyorum. O bambaşka bir şey sanıp: “O herife mi sıkılıyorsun yoksa?” diye soruyor. Kızımın babasını kast ediyor. Son 7 aydır tek bir kelime konuşmadığım, beni kızımla birlikte yapayalnız bırakmış o adamı… Ne yediğimizi ne içtiğimizi, ne yaptığımızı asla merak etmeyen, tek bir defa aramayan veya bir kuruş sorumluluk almayan ve muhtemelen: “Zengin kızı, bakar bir şekilde, halleder, edemezse de it gibi arar, yardım ister, ayağıma gelir” diye düşünen…

Kızımın 1 yaş dogumgununden hemen sonra muhtemelen loğusa hormonlarım da biraz azalınca, kafamdaki acabalar dağılmış, tüm o olaylardan 13 ay sonra kati bir karar alıp, karşı tarafa da bunu hiç tereddütsüz beyan etmişim: “Sana karı olacağıma, kızıma anne olacağım. Lea’nın hatrına seninle bir araya gelirsem, onurum ve kadınlığım her gün ölecek, bu olacağına gururumla, tek başıma yaşarım daha iyi” demişim. O, belki bunu rest filan sanmış… Ben ise bildiğin “Elveda” demişim. Sonrasında neler olabileceğini de hiç hesap etmemişim. Türkiye gibi bağnaz bir ülkede, isteyeyim veya istemeyeyim, “Yalnız Anne” olmanın, baş açık orosp*luk olarak algılanacağını ve çocuğunla birlikte b*k gibi ortada kalmanın sosyal, ekonomik, toplumsal, hukuki ve ahlaki her türden baskısını her gün daha da fazla bir şiddette göğüslemek zorunda kalacağımı hiç düşünmemişim. Yutkunuyorum. Önüme bakarken bir yudum rakımdan içiyorum.

Babam konunun “o” olduğunu sanmakta ısrarcı: “Kızım seni parayla terbiye edeceğini düşünen, aldatan, çocuğunla ortada bırakan bir adamdan sana eş olmaz, üzülme ve sakın süngünü düşürme, senin arkanda ailen var” diyor. İyi güzel diyor da para mara benim zerre kadar umurumda değil. Hayatım boyunca da hiç olmamış. Benim kızdığım şey bambaşka… Ona yıllarca verdiğim emek bana göre bizi “dost” kılıyor. Ve o dostluğa binaen, onun bana gönlünün başka türden ilişkilerden yana olduğunu açıkça söylemesi ve asla da beni bir çocuk sahibi olmaya teşvik etmemesi gerekirdi diye inanıyorum. Babama da: “Baba ben hep başımın çaresine baktım, bundan sonra da bakarım. Sizden para almıyorum diye o adama teslim olurum korkusu yaşama. Hatalı bir seçim yaptım ve bugün o yanlıştan döndüm diye de bedelini ailem ödemeyecek” diye yanıt veriyorum. Sonra içimde bir şey açılıyor sanki, duygularımı tutan o kalp kutusu belki de ve o aralandıkça ben usul usul ağlamaya başlıyorum, utançla önüme bakarak ona: “Baba beni çok iyi okuttunuz, bunca para harcadınız, ben ise hep burnumun dikine gittim, hep gönlüm ne diyorsa onu yaptım, özür dilerim. Sizi çocuğum yüzünden elaleme hesap vermek durumunda bıraktım, utandırdım, beni affet lütfen, senden helallik istiyorum” diyorum. Bana şöyle bir bakıp: “Yale kazanıp, bir inat uğruna gitmeyen kaç kişi vardır?” diye soruyor. “Bir ben varımdır…” diye yutkunarak yanıt veriyorum. “Ağabeyin ‘Yılda yüz bin doları okula mı vereceğiz?’ diye sormuştu, senin de tepen attı ve gitmedin, değil mi?” diye aptallığıma teyit istiyor. Gerçekten de öyle yapmıştım. Oldum olası parayla aram iyi olmadığı için ona dair en ufak bir kırıcı ima veya açıktan rencide edici tek bir sözde köprüleri yakmaya hep hazırdım. Rakıyı biraz içip: “Evet, öyle yaptım. Kızdım gitmedim” dedim. Ufak ufak azar koymasını bekliyordum ki bilakis güldü: “Aptal sen şirket ortağıydın, istesen donumuzu çeker altımızdan, giderdin. Korkuyorum, çok zengin kocan olacak ama adam sana bir çöp alamayacak diye… Çok gururlusun, boşver, hayat böyle bir şey değil… Lea senin bize bu yaşımızda verebileceğin en güzel hediyeydi. Onun sayesinde yaşlılığımızı unutuyoruz. Onu omzuma alıp, başımın üzerinde seni küçüklüğünde gezdirdiğim gibi gezdirmek istiyorum ama dengeme güvenemiyorum… Elaleme gelince… Kimin ne dediğinin bir önemi yok, sen yalnız anne olmak için anne olmadın. Ailen olacak sandın, iyi niyetin kullanıldı. Benden sonra kızın, ağabeyin, annen ve para da sana emanet. Sana hakkımı helal ediyorum ama bir ricam var…” dedi.

Ağlıyordum. Yüzümü sildim. “Söyle baba” diyebildim, “Emret” der gibi. “Senin bir erkeğin olsun kızım. Evlen demiyorum öyle bir ısrarım yok ama izin ver yanında ömrünü paylaşacağın bir adam olsun” diye nabzımı yokladı. Ona şöyle bir baktım, kafamda çok şey vardı fakat sadece: “Çok uzun zaman oldu, korkuyorum” diye yanıt verebildim. İşte o zaman, aramızda geçip geçebilecek en garip konuşma yaşandı ve bana: “Bir oğlun olsun. Kim bilir belki ben kucağına geri dönerim. Seninle yeteri kadar zaman geçiremedim ve birbirimizi iyi tanıyamadık. Sana borçluyum. Seninle zamanımız olsun istiyorum” deyiverdi. “Ölecek misin, abuk subuk konuşma, canımı sıkma benim!” diye çıkıştım. “Hadi oğluna içelim o zaman” dedi ve konuyu kapattı. İçtik de, bir duble, iki duble hatta üçü bile gördük. O bizim birlikte yediğimiz son akşam yemeğimiz, içtiğimiz son rakımızdı. Bunun böyle olduğunu bilmiyorduk ama ertesi gün babam ölünce ikimiz de bu gerçeği en acı şekilde öğrendik.

Ali Umur Buğay, 4 Ekim 1940 yılında Ankara’da doğdu ve 6 Ağustos 2019 senesinde Kınalıada’da çok sevdiği denizde yüzerken bir nöropati atağı sonucunda öldü. Ve evet, soyadımız da esasında “Bugay” değil, “Buğay”. Telaffuzu kolay olsun diye onu Bugay olarak kullanan amcamla babam arka arkaya ölerek, bilmediğimiz bir yerde birbirlerine kavuştular. Biz Buğay’lar ise yetim kaldık… Herkese iyi bayramlar, elini öpebileceğiniz hala bir ana babanız varsa, asıl bayram odur işte, bayram ailedir ❤️

Ali Umur Buğay

Ali Umur Buğay

Ali Umur Buğay – Ayşe Lea Buğay

Ali Umur Buğay - Ayşe Lea Buğay

5 Ağustos 2019 Misafirlerimizle Kuyu Başı Hatırası

Ayşecan Buğay – Ali Umur Buğay

zeynep-bugay- (4)

Ali Umur Buğay

zeynep-bugay- (5)

Lokum ve Ali Umur Buğay

zeynep-bugay- (6)

Seher Zeynep Buğay, Gümüşsuyu ❤️

zeynep-bugay- (7)

Pembe Begonvilimiz, Kınalıada

zeynep-bugay- (8)

Kara Dut, Kınalıada

zeynep-bugay- (9)

Ayşe Lea Buğay

zeynep-bugay- (10)

Seher Zeynep Buğay, Sabah 05:40

zeynep-bugay- (11)

Seher Zeynep Buğay – Rukiye Topal (Nemesis Hairline)

zeynep-bugay- (12)

Kınalıada, Sizler İçin Ev, Bizim İçinse Yuva, Anılarımız, Babamız…

Ayşe Lea Buğay, Annemle Babamın Mavi Odasında

zeynep-bugay- (14)

Seher Zeynep Buğay – Kara Dut❤️

zeynep-bugay- (15)

Seher Zeynep Buğay

zeynep-bugay- (16)

Ali Umur Buğay – Seher Zeynep Buğay, Gümüşsuyu ❤️

zeynep-bugay- (17)