Ölüm 2

Madame Egeria oğlu Panos’u doğururken takdiri ilahi sebebiyle bir şeyler ters gitmiş ve çok ama çok fazla kan kaybetmişti. Doktorunun saatler süren çabalarından sonra güneş Vhalos ailesinin tek veliahtı oğlu Panos için doğarken, annesi için bir daha ufukta asla belirmeyecek şekilde tamamen batmayı seçmişti. Maalesef odasına çıkartılan Madame Egeria çok kısa bir süreliğine oğlunu kucağına alıp, onu kokladıktan sonra bitkin bir şekilde kendisinden geçmiş ve tekrar başlayan kanamasının her türlü müdahaleye rağmen durdurulamamasından ötürü de vefat etmişti.

Her başlangıcın bir sonu olduğunu, her varoluşun bir gün yok olup bambaşka bir şeye dönüşeceğini, her doğmuş olanın bir gün nihayetine kavuşup öleceğini Bay Rasmus biliyordu… Biliyordu ama bu gerçeği herkes gibi yok saymayı seçiyordu. En azından eşi Madame Egeria’nın ölümüne kadar Bay Rasmus böyle yapmıştı… Zira böyle yapmak hayatta kalabilmenin, karamsarlığa kapılmamanın, her gün tezahür eden onca olumsuzluğa rağmen yaşamaya devam etme şevkini ve sabrını bulabilmenin tüm insanlık tarafından kanıksanmış, sözsüz ortak bir yoluydu. Büyük küçük herkes dile getirilmeyen bu hakikatle yaşardı ve ölüm bir gün bir şekilde kapılarını çalana dek, katılımcısı oldukları hayat ve kişisel öyküleri sekteye uğramaksızın akmaya devam etsin diye bu gerçeği görmezden gelmeyi seçerlerdi…

Ölüm hali, geride kalanlara çoğu zaman karamsar, korkulası, acı, ansızın ve telafisiz durumlar yaşatırken ne gariptir ki yadsınamaz ve istisnasız bir şekilde her seferinde muazzam bir farkındalık ve dönüşüm de aşılardı. Ölümün neredeyse asla zamanlısı olmadığı için verdiği ıstıraptan kaçınmak da mümkün değildi. “Keşke”lerin, “Ah”ların, “İyi ki”lerin, “Biraz daha”ların, “Niçin”lerin göz yaşlarına, iç çekişlere, dalıp gitmelere, buruk tebessümlere, resim ve son kokuları taşıyan kıyafetlere tutunmalara karıştığı o çileli yas döneminden sonra giden ruh tekâmül denilen kolektif ve gönüllü büyüme oyununa geri dönmezden evvel ara zaman ve mekânda dinlenirken, geride kalanlar ise pathesis yoluyla yani çektikleri acı sebebiyle eski kabuklarından sıyrılmış ve olgunlaşmış olurlardı. Kim bilir belki de ölen asla unutulmazdı ama acısı o denli taze kalamazdı…

Bay Rasmus çocukluk aşkı Egeria’nın ölümünden ve tek oğulları Panos ile yapayalnız kalışının ardından çok fazla şey öğrenmiş, çok değişmişti. Eşinin kaybından sonra yaşanan her anın değerini net bir şekilde anlamış, ötelemeleri neredeyse yok denilecek kadar azalmış, sevgi ve özlemini daha sık dile getirir, hata yapmaktan daha çok kaçınır ve tasarılarını listelerde veya aklında bırakmak yerine imkânı elverdiğince her şeyi hayata geçirir olmuştu.

Eşinin vasiyet ettiği üzere adadaki mezara defnedilmesinden sonra adadaki büyük köşklerinde oğlu, oğlunun dadısı ve diğer tüm hizmetlileriyle birlikte yaz kış yaşamaya başlamıştı. Tek bir bitiş, bu acı sonu deneyimlemiş olan Bay Rasmus’un hayatında başka türden pek çok olumlu başlangıca sebep olurken, o benzeri bitişin kendisinin veya diğer sevdiklerinin başına ne zaman ve ne şekilde geleceğinin bilinmez oluşu onun aklına da ölümün yenilebilir olup olmadığı sorusunu düşürmüştür.

Bu felsefi soru üzerine Rahip Stelyo ile bir Cuma ayininden sonra yaptığı samimi bir fikir teatisinde uzun yaşamanın, sağlıklı yaşlanmanın, elden ayaktan düşmeksizin hayattan göçmenin mümkün olduğunu ancak ölümsüz kalmanın, ebedi olmanın insan bedeninde yaşamaya mahkûm edilmiş ruhlar için mümkün olmadığını konuşmuşlardır. Ölüm, Yaradan’ın kurduğu düzende dünyevi yaşamın bir koşutudur ve kaçınılabilir bir unsur değildir.

Biraz daha ilerleyen yaşlarında oğlu Panos’a Bay Rasmus yaşam ve ölüm döngüsünden ibaret olan samsara’dan çıkabilmenin tek yolunun fayda yaratmak ve ruhunun izlerini alçakgönüllü bir şekilde devam edecek olan nesillere hatıra olarak bırakmak olduğunu anlatmıştır. “Bu tipte bir hatıranın en somut hali ve ne yazık ki en az takdir edileni ise doğumun ta kendisidir. Dişi, rahminin içinde mucizeyle var ettiği yeni hayat unsurunu çilesine gönüllü olarak katlanmak suretiyle taşır, acısına, sancısına tahammül ederek doğurur ve doğum gerçekleştiği andan itibaren artık, ölümün kendisinden kat be kat daha güçlü ve büyüktür. Bambaşka bir gerçekliğe, Yaradan’ın tüm galaksi sistemlerini var ettiği şekilde o da parçası olduğu yaratıcı gerçeğin mütevazi bir hizmetkarı olarak, eşsiz olan var etme niteliğine uyumlanmıştır. Bir kez doğurmuş olan, kendisinin gidişinden sonra bile hayatın mutlaka ona dair parçalarla devam edeceğini bildiği için ölümü düşünüp kederlenmek yerine hayata katabildiği o değerin sevgisini yüreğinde büyüterek ve sorumluluklarını gün be gün üstlenerek yaşamını devam ettirir. Ölümün bileği bükülmüş, yaşamın kendisine katılmak ölümden korkmaktan artık çok daha önemli olmuştur. Annen senin sayende ölümü yendi Panos, sen onun mucizesisin, bunu asla unutma oğlum” dedi.

Panos o gün bir dişinin bedeniyle ve duygularıyla, eril olanın da rasyonel tarafı ve gücüyle farklı şekillerde doğurarak (yaratarak) ölümü defalarca yenebileceğini anladı. Annesinin kendisini feda edişi sayesinde ölümün korkulası bir şey veya nihai bir son olmadığını ruhu artık biliyordu. Panos’a göre korkulacak tek şey yaşamı ve evrensel kuralları yenebileceğini sanan, üretmek yerine tüketmeye odaklı zihniyetti. O hayatı boyunca ölümü düşünmek yerine hiç ölmeyecekmiş gibi her yaşında var etmeye, üretmeye, beslemeye ve büyük küçük demeksizin değer katmaya odaklanmaya karar verdi ve bu doğrultuda yaşadı…