Matematik

Sene 1988. 9 yaşındayım. Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’na gidiyorum. Okula gidiyorum dediysem pekte büyük bir şeyler ummamak lazım zira o dönemlerde tahsil hayatında parlak bir kuyruklu yıldız, semayı aydınlatan bir göktaşı filan değilim. Ne kadar becerebiliyorsam, aklımı derslere ne kadar verebiliyorsam o kadar öğrenmeye gayret eden bir tembel tenekeyim işte… Dürüst konuşmak gerekirse, yemek yemek, Gümüşsuyu ve adayı yaşamak ve hayal kurmak haricinde hiçbir şey umurumda değil ki sınıf sonuncusuyum…  Maçka İlkokulu’ndan, birinci sınıfın bitiminde, okumayı sökemediğim için uzun süren aile içi  fikir tartışmaları sonucunda alınıp, bu mahalle okuluna verilmişim. Yaşıtım olan kuzenim de amcamın tercihiyle aynı mektebe gidiyor. “Yokluk nedir bilsinler, fukaralığı görsünler” diyor amcam. “Sahi yokluk nedir?” diye düşünüyorum. Çünkü bana göre herşeyimiz var; soframız zengin, Kabataş tarafındaki deniz masmavi, yazları adada palamut misali her gün yüzebiliyorum, gece yattığımızda üzerimizi örten yorganlarımız puf puf, balkona çıktığımda gökyüzü mis gibi yıldızlı, harçlığım da her türlü kantin kayıntısını ve Bakkal Kemal amca ganimetlerini almaya yetiyor dahası Gümüşsuyu’nun her köşesinde ağzıma bir sürü Çokomel tıkıp, çatlayana kadar oyun oynayabiliyorum. Fakat amcam başka kafada, kuzenimle bana yoksulluğu kavratmakta ölümüne kararlı… Gözüne artık ne kadar zengin, ne kadar tok gözükmüşsem bilhassa bana küçükken Kızılay Çadırları’ndan yemek yediklerini anlatıyor. Durumun vehametini anlamamı istiyor. Ben ise: “Ne güzel işte!” deyiveriyorum. Yanıtımı anlamsız buluyor ve muhtemelen aklımın nerede olduğunu veya idrakımın niye böylesine kıt olduğunu sorguluyor. Fakat beni de kırmak istemediği için çıkışamıyor. Zaten evde ağabeyim sürekli aşağılıyor, annem okuldaki başarısızlığım haricinde bana dair başka hiçbir şeyi umursamıyor ya da umursuyor ama benim duygulu dünyama onun bunu gösterme şekli zinhar işlemiyor ve babamın da aklı tüm bunları fark edemeyecek kadar dolu, ekmeğini kazanmak için yazmak, üretmek zorunda. Kısaca ben onların arasında varla yok arası birşeyim, o yüzden bir de amcam beni örselemek istemiyor ve sükunetle: “Nesi güzel? Çok fakirdik!” diye itiraz ediyor. Ben ise: “Ne olursa olsun, aç kalmamış, yemek bulmuşsunuz, o yüzden güzel…” diyerek onu beklemediği bir şekilde ters köşeye yatırıyorum. Herşeyi bildiğine inanma gafletindeki bir Balık olarak, muhtemelen yargı sahibi olduğunun farkına varıp, bir anda gülümsüyor ve: “Zeymek Hanım, sen hayata hepimizden farklı bakıyorsun. Büyük ihtimalle, her zaman da böyle olacaksın, o yüzden tıpkı bugünki gibi cesaretle hep düşündüklerini söyle. En azından bana daima söyle, benim senden öğreneceğim çok şey var güzel yeğenim” diyor. Yüzümü okşayıp, yanağımı sevgiyle öpüyor. Öyle de oluyor, yıllarca ona en garip şeyleri muhtemelen hep ben anlatıyorum ama o ciddi çehresine rağmen, yüzü aniden kocaman bir gülümsemeyle aydınlanarak, beni can kulağıyla dinliyor. Bir erkeğin en büyük gücünün kadını dinlemek ve ondan dünyaya farklı bakmayı öğrenebilmek olduğunu da kanıtlıyor bana. Balık inadını kırıp, küçük bir çocuğa teslim oluyor ve bu sayede sanki biz onunla beraber büyüyoruz…

Yaşıtım olan kuzenimle aynı sınıfa gidiyoruz. Ancak o, benimle ve Kurabiye Canavarı’yla aynı sırada da otursa, bizim gibi aklı zinhar bir karış havada değil, bilakis gayet çalışkan ve parlak bir öğrenci. Mesela çarpım tablosunu filan mükemmelen ezbere biliyor. Bana ise 8 kere 9 kaç eder diye sorulduğunda, 8 adet tereyağ sürülmüş, koca koca dilimli sıcak ekmeğin 9 farklı tipte reçelle bir araya gelmesi halinde toplamda kaça varacağını düşünmeye başlayıp, sualin içinde tamamen kayboluyorum. Ayva reçeli, kabak reçeli, karpuz reçeli, vişne reçeli, ceviz reçeli, turunç reçeli, erik reçeli diye sayarken, kaçta olduğumu unutup, ağzımın suyunu siliyorum. Ekmeklerin üzerinde tuzlu Erzincan tereyağı da var mıydı acaba diye merak ediyorum. Bu hâlimi izah etmek için: “Genetik olarak matematiğe yatkınlığımız yok, biz bu işte aile boyu kötüyüz” filan desem, külliyen yalan zira ağabeyim her şeyin hesabını kitabını kolayca öğrenebiliyor. Amcam ise Güzel Sanatlar’a gitmeden evvel yıllarca mali müşavirlik yapmış. Babamın matematiği ise kuvvetli mi zayıf mı hiç bilmiyorum çünkü o hep çok meşgul. Yazıda iyi olduğu kesin, hesap kitap işleri ise ne oluyor muamma… Aç kalmadığımıza, her şeyimiz olduğuna göre onun da matematik yetisi fena değil herhalde…Annemin de matematiği iyi. “Bu durumda, demek ki beni gerçekten o hastanede karıştırdılar” diye sıkılıp, kendi kendime kararıyorum. “Yine mi o hikâye? Düşünme artık şunu! Üzülme! Al, şu çikolatalı olanlardan ye hem belki aklın çalışır, matematiği de zamanla kavrarsın” diye moral vermeye çalışıyor, Kurabiye Canavarı. İşin gerçeği üzülmüyorum, çok utanıyorum. Beceremediğim şeyler hep canımı sıkıyor ve beni çok utandırıyor. Ailenin içinde de onlara ait bir parça olmayı kotaramadığımı düşünüp, bu Buğay soyadlı yabancı halim için çok utanıyorum. Fatih, Vatan Hastanesi’ndeki doğumumdan hemen sonra beni sadece bir kez gören anneme emzirmesi için yan odada yatan ve benzeri vakitlerde doğurmuş olan başka bir kadının uzun boylu, zayıfça bebeğini getiriyorlar. Annem kucağına koyulan çocuğun onunkisi olmadığını fark etmesi üzerine çıldırıyor: “Benim kızım topaç gibi şişko ve kocaman gözlü, bu benim çocuğum değil! Bebeğimi ne yaptınız?” diye bağırıyor. Ağlıyor. Korkuyor. Ateşi çıkıyor. Hemşireler ise yanlışlıktan ötürü etrafta dört dönüyor ve hızla, beni diğer odadaki uzun boylu, zayıf hanıma götürmüş olduklarını fark ediyorlar. Ben onun genetik yapısı için çok fazla tombiyim. Yanlış yerde olduğum kilomdan ötürü anlaşılıyor. Ve ben, gerçek ailemi tamamen kaybetmezden evvel, bir şekilde öz annemin kucağına topik bir şekilde geri veriliyorum. Belki de gerçekte, matematik bilmeyen, yanlış bir çocuğu cebirde filan üstün başarılı Buğay’lara kakalıyorlar, kim bilir…

Bitli, esmer, kıvırcık saçlı, adı Eylem olan kız tam arkamda oturuyor ve hocamız Nejat Bey’in ona yönelttiği bir takım sorulara yarım yurum da olsa cevap veriyor. Tüm bunlar bana sorulsa, susup kalacağım aşikâr. Jilet gibi takımlar giyen, bıyıklı öğretmenimiz Nejat Bey’e dikkatle bakıyorum ve içimden: “Hiç bu güzelim takım elbiseye bu bıyıklar olmuş mu? Oysaki bir kirli sakal filan bıraksaydı… ” diye düşünüyorum. Bana göre o esnada en önemli mesele o biçimsiz bıyıkların o janti görünümü katletmesi. Çıplak surat sevmediğim kadar bıyıktan da hoşlanmıyorum. Bir erkekte en iyi görünümün sakal veya kirli sakalla yakalanacağına inanıyorum… Kurabiye Canavarı da o bıyığın Nejat Bey’de  nispetsiz olduğu hususunda benimle hemfikir ama başka bir erkeğe de alıcı gözle bakmama çok bozularak: “Boş ver sen onu, gel benim mavilerimi sev” diyor. Kıskanmış ve rekabetçi Kurabiye Bey haliyle gerçekten çok tatlı. Esasında elimi uzatıp, onun yüzünü, şehla gözlerini, kurabiye dolu kocaman ağzını sevmek istiyorum. Suratına her bir kıvrımını ezberlercesine dokunmak istiyorum. Fakat yapamıyorum. Utanıyorum. Elim bomboş bir halde öylece havada kalıyor. Hemen indirip, saklıyorum. Hâlâ da öyle olur… Hoşlandığım, sevdiğim bir erkek olursa ve şayet ben mahçubiyetimi kırıp, onun yüzüne direkt bakabilmişsem, kısa bir süreliğine bile olsa onu izleyebildiysem işte o zaman uzanıp, onun yüzüne hür bir şekilde dokunmak isterim. Şayet onu bir daha göremezsem, çehresine dair her bir detay elimin içine işlesinin derdini tutarım. Onu her özlediğimde ayamda yüzünü görebilirsem, o beni aramasa sormasa, hatta yeri gelse bir gün beni istemese bile daima avucumun içinde kalır, elimi o hayali varlığıyla daima ısıtır diye kendimi avuturum. Fakat bugüne dek kaçının yüzüne dokunabilmişimdir, inanın bilmiyorum. Zaten şu yaşıma kadar kaç kişiyi sevecek kadar tanıyıp, yakınlaşmışımdır ki? Az, çok çok az, belki de 2 kişi bile değil ve her birisinin yüzleri de onlara utanıp, dokunmadığım için silindi gitti. Ya da belki de bendeki bunca sevgiye, sabıra ve sadakate rağmen yaptıkları yüzsüzlükler sebebiyle suratları tamamen kendi kendine zaman içerisinde yok oldu. Bilmiyorum, ne yaşamış olursam olayım saygısız veya arkadan konuşan kimse olmak istemediğim için çokta uzatmayı doğru bulmuyorum. Fakat hayat ya, olur da bir daha birisini seversem, o birisi de şayet izin verirse, mutlaka bu sefer uzanıp yüzüne dokunacağım… “Neden şimdi bunu yaptın ki?” diye sorarsa: “Öyle işte, öyle istedim” diyeceğim. Belki de o da benim gibi biraz mahçup birisiyse ya da hissiyatlıysa, benim adıma durumu kolaylaştırmak için: “Canın sağolsun, yap tabii ki, olabilir, iyi ettin… ” diyebilmek için sadece “Sorun değil” diye kestirmeden gidecek ve bana da kocaman gülümseyecek. Ben onun yüzünü elimin içine alacağım, o da benim elimi elinin içine…

Annemle babam sigara içiyor. Püf püf, evde, arabada, sinir oluyorum, o dumandan hiç hoşlanmıyorum. O güzelim tosbağa vosvos arabamızda Samsun ve Rothmans Blue kokuları birbirine karışıyor. Ağabeyim de sigaradan nefret ediyor. “İçmeyin şunu!” diye söyleniyor fakat onu da beni de bu konuda asla kaale almıyorlar. Daha iğrenci, yemek tabaklarına sigara söndürüyorlar. O tabakları alıp, derhal çöpe atıyorum. Annem çok sinirleniyor, ağabeyimle bana o işteyken bakan yardımcımız, Beyaz Teyzemiz var, ona beni ağız dolusu şikayet ediyor: “Tabak çöpe atmak nedir ya? İyice saçmaladı! Canına okuyacağım!” diyor. Beyaz Teyze ise beni o kadar iyi tanıyor ki muhtemelen anne babamdan bile daha iyi, büyük bir sükunetle: “Ablacığım, kül tablası kullanın, Zeynep iğreniyor tabağa sigara söndürmenizden ve iğrendiği şeyleri de asla unutamayan bir yapısı var, tüm bu tepkisi ondan, size bir şey anlatmaya çalışıyor, duyun onu… ” diyor ama annem temizliğin iyi yapılıp yapılmadığını kontrol etmek ve köşe bucak için ikinci bir tur elektrik süpürgesi açtırmakla meşgul olduğundan o gürültü içersinde kendisine denileni maalesef ki duyamıyor. Elektrik süpürgesi vuuuuvvvv vuuuuuuvvvv diye bağırırken, ben de birdenbire 4 yaşlarımı hatırlıyorum. Bir hastalığım var, ne olduğunu katiyen bulamıyorlar. Her yediğimi kusuyorum ve 4-5 günde bir acıkıyorum. Bedenim çok zayıf, karnım ise Afrikalı’lar gibi kocaman. Sürekli benden gizlemeye çalışarak, ölüp ölmeyeceğimi konuşuyorlar. Oysaki ben hepsini duyuyorum. Annem her dakika çaresizlik içinde ağlıyor. Aylarca Çapa Hastanesi’nde kalıyoruz. Kollarım delik deşik, her dakika serum takmak için elimi, kolumu hatta ayaklarımı bile deliyorlar. Tenim, Rumeli’li olan anne tarafım gibi bembeyaz olmasına rağmen damarlarım Kırım göçmeni olan babamınkiler gibi çok fazla saklı ve onları bulamadıkça beni her yerimden tekrar tekrar deliyorlar, zaman zaman damarlarım bile patlıyor. Bağırıp, tekmeler savuruyorum. Küfür ettiğim de oluyor. O yaşta ne küfür biliyorsam, can havliyle onları söylüyorum. Annem beni hemşireler kolay işlem yapabilsin diye omuzlarımdan yatağa bastırmak zorunda kalıyor. Herşey bittikten sonra da çıkıp koridorda bir sigara içiyor. Belki ağlıyor da kim bilir… O iğrenç sigaranın kokusu burnuma geliyor, midem bulanıyor. Bir gün annemle beraber, hastanenin ortak mutfağına gidiyoruz. Onun kucağındayım. Etrafa bakıyorum. Tezgâh leş gibi kibrit çöpleriyle dolu, yanmış ve çöpe atılmak yerine öylece etrafa saçılmış. Tiksiniyorum. Kibritten ve onun o pis kokusundan tarifi zor bir şekilde iğreniyorum. Ağlıyorum, annem ne olduğunu anlayamıyor ve beni hastalıktan ötürü canım yanıyor sanıp, o mutfaktan dışarı çıkartıyor. Oysaki ben kibrit kokusu, kibrit çöpü ve sigaradan tiksindiğim, etrafımı leş gibi algıladığım için ağlıyorum. Pislik sevmiyorum. Pis görünen, kokan şeylere tahammül edemiyorum. Muhtemelen o küçücük aklımla hayatımdaki sevgi yokluğunun sebebinin, çektiğim tüm bedensel acının o pislikten ötürü olduğunu sanıyorum. Öyle varsayıyorum…

Hastanede neyim olduğunu anlamak için yaşıma bakmaksızın, sedasyon vermeden makat kontrolü yapıyorlar. Defalarca o minnacık kalmış bedenimin en mahrem yerine el sokuyorlar. Acının ufacık bir bedende bu denli karanlık bir etkisi olabileceğini birebir deneyimleyip, en berbat şekilde anlıyorum.  Babam beni tüm o kontrollerde tutmak zorunda, o metal masaya doğru bastırmak durumunda ki ben direnç göstermeksizin muayene olabileyim. Tekmeler atıyorum, nafile ağlıyorum, çığlıklar atıyorum ama tekrar tekrar, defalarca: “Anlamadık, bulamadık, göremedik” diyerek bağırsaklarıma elle ilerleyerek uzanmaya çalışıyorlar. Her şey bittiğinde ben anne ve babamdan ölümüne korkuyorum, bana tecavüz edildiğini ve onların da beni koruyamadığını düşünüyorum, aramıza dev gibi bir uçurum giriyor. Onlar ise bunu asla anlamıyorlar, üstlerindeki sıkıntıyı atmak için koridora, bahçeye çıkıp birer sigara içiyorlar. Kokusu geliyor, her şeyden iğreniyorum. Hayatta kalmak buna katlanmaksa ben artık tahammül etmek istemiyorum ve herkesten çok fazla ürküyorum. Aklımda hep aynı şey var; ya tekrar bana aynı şeyi yaparlarsa? Ölmek istiyorum ki bu eziyet bitsin. Sigarasız, kibrit çöpsüz, iğnesiz, makat kontrolsüz bir yerde sadece hür bir şekilde gülüp, oyun oynamak istiyorum. Kim bilir belki de orası Gümüşsuyu veya Kınalıada…

Tüm o hastalığım boyunca ayağımın ucunda uyuyan tarçın rengi, puf puf kedimiz Panti muhtemelen benim ölme isteğimi içsel bir şekilde duyuyor ve benim yerime canını vererek, bana bir umut ışığı oluşturmak için kocaman bir fedakârlık gösteriyor. Kınalıada, Saki Bey sokakta oturan Sema abla, Asaf ağabey çiftinden aldığımız tatlı kedimiz hiç yok yere, Gümüşsuyu, Mutlu Apartmanı’ndaki evimizin pervazında dengesini yitirmek suretiyle, 4 kat aşağıya düşüp, iç kanama sebebiyle bir anda aramızdan ayrılıyor. Çok üzülüyorum ama onun ölümünden çok çok kısa bir süre sonra aylardır olmayan bir mucize oluyor ve işinde çok iyi ve çok dikkatli bir radyolog bağırsaklarıma ilaç vererek içeride bir kütle olup olmadığını görmek istediğini söylüyor. Bugüne kadar bunun neden beni tedavi etmekle mükellef olan başkalarının aklına gelmediği ise asla konuşulmuyor. Kim bilir belki de amcamın yıllar sonra bize anlatmak istediği “yokluğu” ben o hastalıkta, doktorlarımdaki akıl, vizyon noksanlığı sebebiyle bambaşka ama çok acı bir şekilde deneyimlediğim için Kızılay Çadırı’ndan yemek yemeyi filan cennette loca sahibi olmak gibi algılıyorum.

Röntgenimin en uç kısmında, ince bağırsağımda dev bir kütle olduğunu kavrıyorlar. Karnımın çocukluğumdan itibaren kocaman olmasının sebebinin bu kitlenin yıllar içinde büyümesi ve bağırsaklarımın içinde dev bir boyuta ulaşması olduğu konuşuluyor. Ameliyat olursam, yaşama şansım olduğunu ama böylesi büyük bir operasyonu yapabilecek  bir çocuk cerrahı olmadığını da söylüyorlar. Panti ise bana yine bir şekilde yardım ediyor ve mucize eseri erişkin cerrahı olan Prof. Dr. Tarık Minkari beni ameliyat etmeyi kabul ediyor. Karnımı boydan boya karnıyarık misali kesiyorlar. İçimden kafa büyüklüğünde bir dişi leio mio blastoma çıkıyor ve milyon bile değil belki milyarda bir rastlanan bir hastalık olması sebebiyle o kitleyle, Türk tıp kitaplarına geçiyorum. Metrelerce bağırsağımı da yaşıma göre çok uzun olduğu için kesiyorlar. Karnımın berbat dikişleri için Tarık Bey benden değil ama ailemden özür diliyor ve: “Bu yaşta, bu zayıflığa 4,5 saatlik ameliyat gördü, nabzı da çok düşüktü, anestezistim dayanmayabilir dediği için çalakalem diktim, içi de dışı da dikiş dolu, ileride mutlaka estetik yaptırmak isteyecektir, sakın ola itiraz etmeyin!” diyor.

Odaya getiriliyorum, ağrım var ama herşey bitti gibi ya o ağrı sızı pek umurumda değil. Pencereden dışarıya bakıyorum. Yangın var. Kırmızı itfaiye arabaları onu söndürmeye çalışıyor. Bana girsini veriyorlar. Karnıma yerleştirilmiş bir direnim var. Yemek yediğimi sanıyorum oysaki o diren borusundan yediklerim hep akıp, dışarı gidiyor. Ancak bu yemek kandırmacası hep böyle sürmeyecek, yakında gerçekten yiyecek verecekler zira 3 gün sonra kendi başıma dışkılamam gerekiyor ki bağırsaklarım çalışıyor mu anlayabilsinler. Çok dikişim olduğu için canımın da çok yanacağını söylüyor doktorum: “Zeynep’ciğim izin ver, fitil koyalım” diyor. Asla kabul etmiyorum ve: “Ben yaparım” diye ayak diriyorum. Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama bir daha kimsenin bana o şekilde dokunmasını, kontrol filan etmesini, küçücük bir fitil bile koymasını istemiyorum.

3 gün sonrası geliyor. Odamın kapısının önü hemşire kaynıyor. Alarm halindeler. Bir şeyler ters giderse, apar topar ameliyata alınacağım. Her şeyin farkındayım. Annem de benimle birlikte tuvalet kapısının önünde. Çok tedirgin. “Emin misin Zeymek’ciğim?” diye soruyor. “Eminim, çık lütfen anne” diyorum. “Tamam, kapının önünde seni bekleyeceğim” diyor. Kapıyı kapatıyorum. Titreyen ellerimle destek alıp, yavaşça tuvalete oturuyorum. Ikınırsam ki mutlaka dışkılamak için ıkınmam gerekecek, iç dikişlerim patlayabilir ve kendimi yeniden ameliyathanede bulabilirim. Dahası, bu kadar kısa aralıkla zinhar ikinci bir anesteziyi de kaldıramayacağımı söylüyorlar. Sanırım ben de bunun böyle olduğunu biliyorum, en azından onlar konuşurken duymuşum. Fakat ölmek mölmek hiç umurumda değil, cesaretli veya inatçı olduğumdan ötürü değil…O esnada sadece kimsenin müdahalesi olmaksızın yapmam gerekeni yapabilmek istiyorum. Çünkü beceremezsem beni utandıracak ve canımı yakacak şeylerin tekrar başıma geleceğini biliyorum. O yüzden tek istediğim kaka yapabilip, herkese bağırsaklarımın işlediğini kanıtlamak ve başımdaki bu hastane belasından kurtulmak. Ikınıyorum, içim parçalanır gibi acıyor, terliyorum ama pes etmeyip, tekrar Ikınıyorum. Annem sesleniyor: “Zeymek, iyi misin? Geleyim mi yavrum?” diye soruyor. “Hayır!” diye bağırıyorum. 15 dakika boyunca mücadele veriyorum, iç ve dış karnım acıyla yanıyor, tam artık yapamayacağım derken bir an için tuvaletin köşesinde gurlayan, pofidik kedim Panti’yi görüyorum. “Hadi ama Zeymek, yapabilirsin, boşuna ölmediğimi kanıtla bana” dercesine güleç ve inançlı bir şekilde bakıyor. Ve gerçekten, nasıl oluyor bilmiyorum ama küçücük bir kaka yapabiliyorum. Anneme ve yanında duran hemşirem Nevin ablaya: “Yaptımmm” diye sesleniyorum. Kapıdaki diğer tüm hemşireler de haberdar oluyor. Alkışlarla ve ağlayarak, izin isteyip kapıyı açıyorlar. Nevin Hemşire, Doktor Tarık Bey’e müjdeyi vermeye gidiyor. Panti gururla bana bakıyor. Annem göz yaşları içinde taharetimi yapmama yardımcı olmak istiyor, ben ise asla izin vermiyorum. O aldığım görünmez yaralar yüzünden kimse ben izin vermedikçe, güvenmedikçe bir daha bana dokunsun istemiyorum. Tarık Bey gelip, benim savaşçı ruhumla gurur duyduğunu söylüyor, ben ise o konuşurken sadece fırında kızarmış saplı tavuk yeyip, vişne suyu içmek istiyorum. Ödül olarak hepsini veriyorlar da… Daha sonrasında da hep yemek yemek istiyorum ki puf puflanan etim beni öylesi mütecaviz girişimlerden veya canımın yanmasından ya da insafsızca döven ağabeyimin tekme, tokat ya da yumruklarından siper olup, korusun. O yüzden hiç doymuyorum, aklımı matematiğe filan veremiyorum. Okulu değil yaşamayı, görmeyi, anlamayı, duymayı, hayata farklı gözle bakabilmeyi önemsiyorum. İnsanların acılarını, dertlerini ciddiye alıyorum. Kimseyi, yaşadığı hiçbir şeyi küçük görmek veya yargılamak istemiyorum. Büyük büyük, kocaman çok havalı şeylerden pek hoşlanmıyorum hatta belki utanıyorum. Gerçek ve güzel olan şeylerin tam da kalbime konuşacağını, bunu da rakamların, hesap kitabın yapamayacağını düşünüyorum. Kim bilir belki de o öteki ailenin çocuğuyum ben, Buğay’lardan çok farklı olan, matematiği bilmeyen ve duygularına çok fazla önem veren bir yabancıyım…

Yıllar sonrası… 9 Aralık 2017. Kızıma 8,5 aylık hamileyim. Bir gece öncesinde, sabaha karşı, topluca āleme dair namahrem görüntüler izlemek zorunda bırakılarak, aldatıldığımı öğrenmişim. Olur da bu videolarla ikna olmazsam diye uzun uzadıya yazılmış bir mesajla da bu acayip topluluktaki ilişki türlerine, kimin elinin kimin neredesinde olduğuna ve tüm bunların ne kadardır sürdüğüne dair izahatler de almışım. Berbat bir haldeyim. Milyonlarca kere, makat kontrolüne maruz kalmışım da, bunu da bana kızımın babası kahkahalar atarak yapmış gibi hissediyorum. O topluca birlikte olduğu tüm kadınlar hemşire kılığında beni o çok korktuğum, bugün bile sırtımda soğuğunu aynı şiddetle duyumsadığım metal masaya el birliğiyle: “Sesini çıkartma! Şişşşt! Sus bakalım!” diyerek, bastırıyorlar. Yardım istiyorum ama kimse duymuyor. Paramparça ediliyorum… Her şey bittiğinde, pijamamın üzerine lacivert renkli paltomu geçirip, kendimi evden sokağa atıyorum. Kan ter içerisindeyim. Kime ne anlatacağımı bilmiyorum. Böyle birşey anlatılmaz diye düşünüyorum. Karnımdakinden de nefret ediyorum. O zaman, o güç koşullarda içimdeki kaç tane dikişe rağmen bir şekilde dışkıladıysam, belki de şimdi de bir mucize olur, Panti bana yine yardım eder ve doğurmam, Lea’yı içimde tutarım, daha sonra yaralarım biraz olsun hafifleyince, hazır olunca onu dünyaya getiririm diye nafile umuyorum. Kısaca yine matematik bilmeyen ben, olmayacak denklemli bir duaya amin diyorum…

Bebek’teki Mısır Konsolosluğu’nun oradan ne yapacağımı bilmez bir halde boş boş denize bakıyorum. Ağlıyorum da sanırım… Çok üzgünüm. Çok severek, etime dokunmasına izin verdiğim, koynuma aldığım bu adamın bana, ona zor zamanlarında sahip çıktığım, it gibi yıllarca başımı sağdan sola bile çevirmeksizin o etrafta yokken düzenini kursun diye sebatla, sadakatle beklediğim veya yokluk çektiğimiz bir dönem boyunca tek bir şikayet etmediğim için bana minnet duymasını veya acımasını, o minnete ya da acıma duygusuna binaen de ömrünü benimle geçirmek zorunda hissetmesini isteyen bencil, gerçek dışı, şımarık beklentilerim yok. Hiçbir zaman da olmamış… Sadece dürüst olmasını ve aklının başka türden ilişkilere kaydığını, artık bana sadık olmadığını, benim de kendi yoluma gitmemin ikimiz için en hayırlısı olacağını mertçe söylemesini istiyorum. Gözünün içine bakıp, olan biteni itiraf etmesini ve beni serbest bırakmasını diliyorum. O ise bunun yerine karnıma 1 yıllık ikna turu sonrasında çocuk koyuyor. Ben matematikten pek anlamıyorum ama etrafıma da hesapçı kitapçı, öz evladını dahi kendisine can simidi yapacak, “Çocuk olursa, bu duygusal, gerizekalı Zeynep ben ne yaparsam yapayım beni terk etmez. Hem tüm hayatı boyunca da kendi mutlu ailesinin olmasını istedi, bu koşullarda ne yanlışım olursa olsun, bir kızgınlık uğruna çocuğunun düzenini heba etmez” diye varsayacak, en kral kalkülüsçüleri çekmekte on numarayım.

6 Ağustos 2013’teki nişanımız geliyor aklıma sıkıntıyla… Ailesinin ekmek kapısı gördüğü ve dibine dek istismar ettiği bu adama “Tek bir kere daha yanlış bir işe bulaşmaya tenezzül etmesi halinde onu hiç tereddütsüz kapıya koyacağımı” belirtmemin, onun da benimle hayatını birleştirmek için hiç itirazsız tüm şartlarımı kabul etmesinin üzerine sessiz sedasız, arkadaş filan da davet etmeksizin, sadece ailelelerimizin katılımıyla kendi başımıza yüzük taktığımız o kepaze günü düşünüyorum. O vakte dek yaptığı işlerin uygunsuz olduğunu bildiğim için tek kuruşunu dahi paylaşmadığım, evinde kaldığımda asla tek bir lokmasını kursağımdan geçirmediğim, kendi kazancım haricinde tek bir lirasını hayatıma katmadığım ve tüm bunlara rağmen, zekâsına, beni güldürmesine, beni sevmesine salak gibi çokta âşık olduğum o adama birlikte olacaksak “Temiz bir sayfa aç” dediğim o zamanlarda neden bana: “Tüm bunlar bana uymaz, ben böyle yaşamayı kotaramam” cevabını vermediğini ve bu münasebetin nişanlanmalara kadar niye uzadığını sorguluyorum. Aklıma gelen yegâne cevap muhtemelen o zamanlar onun da beni çok sevdiği, irademe çok saygı duyduğu oluyor… Ancak sonrasında genç yaşta birlikte olmanın, çocukluk aşkı olmanın bedelini onun bel altı arzularına tamah etmesiyle ödeyeceğimizi hesap edememem tabii ki hep benim çocukluğum, matematik bilmeyen kot kafamdan ötürü… Aralarda kaçar yıl ayrılmış olursak olalım, başkalarından birbirimize geri dönmemiz de herşeyin sadece Lea’nın dünyaya gelmesi, benim de biraz olsun gözümün açılması, duygularıma mesafe koymabilmem için olduğu apaçık ortada….

Nişan günü arpalarını kestiğim için aleni şekilde, evimize bana düşman olarak gelen, ādet olduğu üzere çiçek ve çikolata getirmek yerine ellerine tuzluk biberlik ve masa örtüsü alarak, alay eder gibi gevrek gevrek ailemin karşısına geçen, çok değişik zihniyetteki o insanlara rağmen biz ikimizin ellerimize taktığımız yüzüklere inanıp, nasıl da mutlu olduğumuzu, gözlerimizin içinin ne denli parladığını içim burularak hatırlıyorum. Lea arka arkaya duyumsadıklarımdan ötürü muhtemelen rahatsız olmuş, karnımda huzursuzca kıpırdanıyor. Fakat dikkatimi ona veremiyorum, aklımda annemin bana nişan için nasıl bir şey arzu ettiğimi sorması, benim de ona tek kelimeyle: “Çok sade” diye yanıt vermem var. Sade bir şey istediğimi söylemem üzerine mi bu uslüpsuzluğun, bu terbiyesizliğin vuku bulduğunu yani bir anlamda artık eksik dilek dileyerek, yine matematiksel kesinlik arz etmeyen, duygularıma tabi, aptalca bir niyet kurgulamamdan ötürü mü bu rezilliğin yaşadığını sorguluyorum. “Bellini ikram edilsin ve çok şık bir nişan pastamız olsun, kâfi” dediğim için herşey, tüm hazırlık bundan ibaret. Ortam gergin ve oldukça da sinameki. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bu b*ktan atmosferde, pasta ikram edilmezden hemen önce, evimizin kapısının zili çalıyor. Bir kişi, iyi giyimli bir beyefendi yardımcılarımıza: “Zeynep Hanım’ın nişan hediyelerini getirdik” diyor. Ana kapının iki kanadının sağa ve sola doğru tamamen açılmasını da rica ediyor. O ve adamları içeriye dünyanın çiçek, çikolata, pasta ve ziynetini yığıyor. Çoğunluğu frankofon olan çok yakın arkadaşlarımın tebrik maksatlı tek elden organize ettiği bu gönderiyle, ben istemesem, talep etmesem bile benim bu hayatta bambaşka birşeyleri hak ettiğimi “sistem” benim kafama vura vura, matematiksel bir kesinlikle anlatıyor. O mutlu mu mutsuz mu ne idüğü belirsiz nişanımızdan toplam 5 hafta sonra 12 Eylül 2013’te kızımın babası, devam eden bir davasının sonuca bağlanması üzerine ağlayarak, beni bırakıp gitmek zorunda kalıyor. 12 Eylül 2012’de de aynı gün hapse atılmış olduğu için ben kendisiyle vedalaşıp, hüngür hüngür ağlarken rakamların bana çok ciddi birşeyler, ardı arkası kesilmeyecek bir olumsuzluk silsilesi anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Kim bilir belki de ben o öteki ailenin yüreğine çok fazla tabi, Buğay’lara yakışmayan, onlara yanlışlıkla verilmiş evladıyım. Ve artık işin kötüsü kendim de hamileyim. Nereye sığacağımı, neyi, nasıl yapacağımı bilmediğim bir dönemde kucağıma da bir can almak zorundayım. Onu korumam, sevmem gerekiyor ve ben bunların hiç birisini yapmak istemiyorum. Utanç içinde, bu fırtına bir gün dindiğinde, çok ileride şayet cesaret edip, başka bir adamı sevecek olursam ona: “Kafam hesaba kitaba ermiyordu o yüzden de gerizekalı gibi sadece sevdim. Ve maddeten, manen sonuna dek sömürüldüm, bekletildim, aptal yerine konuldum, arkamdan konuşuldu, iyi niyetim her şekilde suistimal edildi, üzerine bir de aldatıldım oysaki tek istediğim bir ailemin olmasıydı; güzel kokan, duyguların hiçbir türlüsünün aşağılanmadığı, sevginin de hesaplara tabi olmaksızın, çok kocaman olduğu kendi ailem fakat maalesef ki sadece ‘Yalnız Anne’ olabilmeyi becerebildim. Gelinliğimi ihtiyaç sahibi bir genç kıza verip, nikahsız da olsa aile sahibi olma, sevdiğim adama ait olma hayalimin peşine gittiğim, bunca olumsuzluğa rağmen aklım sıra omurgalı davranıp, sevmekten veya beraber olmaktan vazgeçmediğim, aksi bir durumun matematiksel olarak da sonuçlarını hesap etmediğim için ortada kaldığımda ve çocuğuma kendi soyadımı vermem gerektiğinde devletin resmi kurumunda dahası toplumun her kesiminde or*spu muamelesi bile gördüm. Şimdi sen karar ver, ben sevilmeye, sahiplenilmeye bu çocukluk, bu aptallık, bu hesapsızlıkla değer birisi miyim? ” demek zorunda olduğumu kavradım. Belki de işte sırf bu yüzden, aptallığımı bir erkeğe izah etmek zorunda kalmamak için hepsinden öcüymüş gibi fellik fellik kaçıyorum ve yıllardır da yapayalnızım kim bilir?

Not: Panti, “Yuvaya geri dönüş yolunu arayan ruh” demek. Hiçbir inancı, itikadı olmayan babamın böylesi bir isim uydurup bunu kedimize vermesi pekte tesadüf olmasa gerek… Panti’yi aldığımız Kınalıada, Saki Bey Sokağı’ndan bu yıl bizim için yazlık ev kiralamamın da öylesine bir tesadüf olduğuna inanmıyorum. Gerçi ben bu hayatta hiçbir şeyin rastlantısal olduğuna inanmıyorum ya neyse…

Bu sabah 04:30 civarında havalimanında bu öyküyü yazmaya başladım, açıkçası yazarken çokta ağladım. Ve hikayeyi toparlarken arka arkaya dinlediğim parçayı da belirtmek istiyorum; Slowz “In This Moment Forever” (feat. Mystery Skulls)

Bana tüm sosyal ağ hesaplarımdan yazdığınız bütün mesajları okuyorum ancak şahsa özel yanıt asla vermiyorum. Çok sık sorduğunuz sorulardan birisi yazarken herhangi bir şey dinleyip, dinlemediğimdi. O yüzden bu öyküyü yazarken, neyin arka planda bana eşlik ettiğini belirtmek istedim.

Matematik konusunda da çok garip bir durum var, üniversitede ekonomiyi ve istatistiği mükemmelen anladığımı fark ettim. Bilmiyorum bu ne oldu da olabildi… Bir izahati yok.

Seher Zeynep Buğay, Gümüşsuyu

seher-zeynep-bugay

Seher Zeynep Buğay ve Ayşe Lea Buğay 4 Günlük

seher-zeynep-bugay-ayse-lea-bugay

Ayşe Lea Buğay