Lağım Faresi

“Lağım Faresi”

1990 yılının Nisan ayı. Gümüşsuyu semtinde 11 yaşımı sürüyorum. Hacı İzzet Paşa Sokağı’ndaki, yokuşa konuşlanmış olan 5 numaralı Mutlu Apartmanı’nda ailemle birlikte 10. dairede yaşıyoruz. Evde bir de İngiliz tazımız var, adı Efe. Çok zarif, incecik, çok hafif ve çokta hızlı bir av köpeği. Etrafta emsali yok. Sokakta onu gördüklerinde ceylana da benzeten oluyor, İskeletor’a da… O da benim gibi henüz küçük, 3 yaşlarında… Tüyleri pırıl pırıl. Rengi, gri beyaz. İnönü Stadyumu’nun karşısındaki o yemyeşil parkta günde en az 1 defa, mutlaka uzun uzun koşuyor. 1 saat boyunca tüm fazla enerjisini atıyor. Kulakları çok narin, koşarken onları havalı bir Valentino misali geriye alıp, tamamen yapıştırıyor. İşte o zaman, uzun ince yüzü ve kara zeytin burnu çok yakışıklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Şayet bir kedi görürse deliriyor ve âdeta ava çıkmışçasına, tozu dumana katıyor. Saniyeler içerisinde çok uzağa gidebiliyor ve her ne kadar arkasından: “Efe, gel oğlum!” diye seslensekte hıncını alana dek, asla oralı olmuyor. İnatçı ve başına buyruk… Aslında tam da benim gibi ve ben onu çok seviyorum. Ada kökenli olması, onu Büyükada’da yaşayan çok hoş bir çiftten bir sonbahar günü anne babamla birlikte almaya gitmemiz, 2 aylık leğene bile tırmanamaz o minik badi haliyle, beni ilk gördüğü anda bacaklarımın arasına sığınıp, orada bir anda hor hor uyuya kalması, onu küçük bir çanta içinde taşıyıp, uzun bir vapur seyahati sonunda Kabataş’a evimize getirmiş olmamız benim ona düşkünlüğümün en önemli sebeplerinden bir kaç tanesi. O, bana Kınalıada’dan edindiğimiz ve ölmüş olan kedim Panti’den sonra, adanın hediye ettiği bir başka çok yakın arkadaş gibi… Duygularımız da ne mutlu ki karşılıklı… O da bana bayılıyor. Geceleri hep ayağımın dibinde uyuyor. Ağabeyimi filan pek umursadığı yok. Özgüvenli bir şekilde, onu yok sayıyor. Ömer, bu duruma gıcık da olsa pek bir şey yapamıyor. O da Aslan burcu, Efe de… Ve Efe onun krallığını asla kabul etmiyor. Zaten işin gerçeği, kim kral diye sorgulayacak olsak, Efe kanıtlı bir şekilde İngiliz Kraliyet soyundan, ağabeyim ise bana haksız yere ettiği eziyetlerden ötürü âdeta soysuzun teki…

Efe benden ayrı kalmayı hiç sevmiyor. Ben okula giderken yüzü alenen düşüyor, mutsuz oluyor. Peşim sıra kapıya gelip: “Gitme, ne gerek var?” gibilerinden bakıyor. Yani bence de, okula gitmeye ne gerek var? Çünkü zaten eğitim hayatı filan asla umurumda değil, benim tek istediğim 56 dilim, fırından yeni çıkmış tarçınlı havuçlu cevizli keki, soğuk kakaolu süt eşliğinde yeyip, sürekli de Efe ve Kurabiye Canavarı’yla oynamak. Gerçi Kurabiye Canavarı, Efe’yi çok fena halde kıskanıyor. Ağzı hapur küpür kurabiye doluyken, konuşmakta hiç bir beis görmeyip: “Koşmakta ne var ki? Herkes koşabilir… Asıl önemli olan azur mavisi olabilmek, ben koşarım ama o, benim gibi mavi olamaz ve sana sürekli kurabiye pişiremez. O yüzden sen ona bakma, bana bak… ” diyor. Gülüyorum. Kıskanmasını çok tatlı buluyorum. Duygularını saklamayan, bunu gurur veya bir erkeklik meselesi yapmayan erkekten daha sempatik bir şey olamayacağını düşünüyorum. Hiç sesim çıkmayınca: “Hem sen kedi seversin, köpek de ne ki?” diye soruyor. Ben hem kedileri hem de köpekleri çok sevdiğim için: “Canavar da seviyorum, mesela senin gibi…” deyip, yatışması için pıt diye yanağını öpüyorum. Kurabiye Bey o öpücükten sonra heyecandan aklını yitirir gibi olurken, Efe o güzel ve mütehakkim haliyle yanımıza gelip, kapıya dikiliyor, bana “Hadi ama, gitme Zeymek…” bakışı atıyor. Gerçekten de gitmemek istiyorum. O an tek hayalim, okuldan yakayı sıyırıp, Efe ve Kurabiye Bey’le birlikte Dolmabahçe gazometresinin içine girmek… O demir yapının her bir köşesini arşınlayabilmek… Onun tam ortasında gökyüzüne bakarak, öylecene yatmak… Onun yalnızlığı içinde anlatmak istediklerini sessizce dinlemek… İşin gerçeği, küçüklüğümden beri öyle alengirli, fabrika, tersane, gazhane gibi sanayi yapılarını görünce tek kelimeyle büyüleniyorum. Gözlerimi onlardan alamıyorum. Onların yaşayan birer organizma olduğuna inanıyorum ve içlerine girip, nasıl işlediklerini görmek, onlarla yaşayabilmek istiyorum. Ataköy’e, dayıma ziyarete giderken kötü kokusundan ötürü iğrendikleri deri fabrikasını da bir defa olsun yakından görebilmek için deli oluyorum. Vosvosumuzun pencerelerini sıkı sıkıya kapatıp: “Iğğkk, o pis koku içeriye dolmasın!” dediklerinde, üzüntüyle: “Fabrika hasta mı olmuş ki kokuyor?” diye soruyorum. Onun için gerçekten üzülüyorum. Onlar ise hepsi bir ağızdan gülüyorlar. Ve kimse benim soruma yanıt vermiyor. Ben ise fabrikanın koktuğu için yaşlanıp, çok hasta olduğunu ve kaderine terk edildiğini düşünüp, onun için çok üzülüyorum. “Fabrikanın ona sahip çıkacak, bakacak çocukları filan yok mu? Patronu ne yapıyor peki? Fabrikası ölürken neden onunla ilgilenmiyor? Neden onu öyle yalnız bırakmışlar? Ben ileride asla kimseyi yalnız, hasta, düşkün halde hastanede, hapishanede veya yaşlı yurdunda bırakmam, ne olursa olsun severim, koksa bile ondan kaçmam, bakarım” diye kararlı bir şekilde küçücük kafamda kurup duruyorum. Sonra bir anda annem tüm bu düşünce bulutunu dağıtacak bir şekilde ansızın kapıda belirip, beni öpüyor. “Allah zihin açıklığı versin evladım” diyerek, beni okula postalıyor. Cebimde harçlığım, sırtımda kapağını bile açmadığım defter kitaplarımla dolu çantam, elimde de üç katlı sefer tasımla, ilim irfan öğrenmem için her günki gibi bir ümit okula gönderiliyorum. Efe ise üzülüyor ve evde Beyaz Teyzemiz ile yalnız kalıyor.

Bir sabah yine, Efe’yle istemeye istemeye vedalaştıktan sonra yavaş yavaş merdivenleri iniyorum. Bizim apartmanda esasında bir asansör var ama ben kendimi bildim bileli hep bozuk, o yüzden tüm apartman sakinleri merdivenleri kullanmak zorunda… Asansörümüzü neden yaptırmadıkları ise bir muamma… Kapıdan çıkmadan evvel çok berbat bir manzara ile karşılaşıyorum. Kolum kadar bir lağım faresi, devasa püskülleriyle herkese ve herşeye meydan okurcasına, bizim apartmanın ana kapısından hızla içeriye girip, en alt kata, kapıcı dairesine doğru kımıl kımıl seyirtiyor. Dona kalıyorum. Ödüm kopuyor. İğrenç tekinsiz bir tipi var. O korkuyla koşarak apartmandan çıkıyorum. Tek istediğim şey, o pis hayvandan kaçmak ama bir şey bana: “Geri dön, kaçma! Yüzleş! O insancıklara haber ver, sakın ödleklik etme!” diyor. Daha fazla kaçamıyorum… İstemeye istemeye de olsa apartmanın önüne geri dönüyorum. Bu korkak ve hantal halimle o fareyi kovalayamayacağımı biliyorum. Canım sıkılıyor. Bir halta yaramayan birisi olduğuma inanıyorum. Belli ki aklımda Efe ve onun çevikliği var… O olsaydı, o pis fareyi saniyesinde tutar ve boğaz kısmından silkeleyerek soluksuz bırakır, öldürürdü diye düşünüyorum. Yukarıya çıkıp aileme olan biteni anlatmak istiyorum fakat annemin: “Şekerim Efe ne yapabilir ki? Hadi sen de okuluna artık, okumaz böyle saçma sapan şeylerin peşinde koşarsan ancak Fareli Köyün Kavalcısı olursun!” diyebileceği gerçeği aklımda, bu fikirden tamamen vazgeçiyorum.

Yapacak bir şey yok. İş başa düşmüş… Merdivenlerden aşağıya doğru inerken, dizlerim titriyor. Bir de koku var o inişe eşlik eden, oldukça tatsız, ağır bir koku… Deri fabrikasının civarında duyumsadığımız o pis kokuyu andırıyor… Sigarayı çok içenlerin, saçlarının, tenlerinin, ellerinin ve genizlerinin koktuğundaki gibi itici bir koku… Hastalık, kötülük, olumsuzluk belirtisi olan can sıkıcı bir koku… Bunları düşünürken çoktan dairenin önüne varıyorum. Zili olmayan, hafif aralık bırakılmış o kapıyı, küçük ellerim titreyerek çalıyorum. “İsmail amca, evde misiniz?” diye kapıcımıza sesleniyorum. Kendisi ve ailesi hemen evden çıksın ve o pis hayvan da onların hiç bir yerine değmesin, dokunmasın, birbirlerini teğet geçsinler istiyorum. Sesimi duyuyorlar, kapı açılıyor. “Ooo Zeynep’ciğim! Günaydın, gel kahvaltı ediyoruz” diyor, kısacık boylu olan İsmail Amca, kocaman gülümsemesiyle eksik dişlerini göstererek. Arkasına doğru yani evlerine çok ayıp olduğunu bildiğim halde, elimde olmaksızın bakıyorum; tek göz bir oda ve minnacık bir tuvaletten başka hiç bir şey yok. Mutfağı bile olmayan, iki divanlı, o kömürlüğün yanındaki odada 3 çocuğuyla birlikte kocaman bir aile yiyor, içiyor, uyuyor, kısaca var olmaya, hayata tutunmaya ve mutlu olmaya çalışıyor. Evlerindeki yokluğun kokusunu duyumsamamaya gayret ediyorlar. Hasta olan ve kokan fabrika gibi onlara da sahip çıkan kimse yok. Hayat onları tıpkı posasını çıkarttığı fabrika gibi eziyor da eziyor. Boğazım düğümleniyor… Önüme sıkıntıyla bakıyorum. Sahip olduğum her şeyden ölümüne utanıyorum. O yaşta neye mi sahibim? Onlarla kıyaslanınca herşeye… Mesela tertemiz çeşit çeşit kıyafetlere, kendime ait kocaman bir yatağa, cebimde abur cuburun her türlüsüne gani gani yeten harçlığa, sefertasımda çeşit çeşit yemeğe, renkli bir sürü oyuncağa, eğitim ve sağlık hakkına… Düşündükçe yerin dibine batarcasına ağır, berbat bir duygu üzerime çöküyor. Gözlerim doluyor. O merdivenleri inerken algıladığım kokunun da içeride pişen yumurtanın kokusu olduğunu, onu kahvaltıda ekmeklerine katık edip yiyeceklerini anlıyorum fakat o gün, o saatte ben, o kokuyu fakirliğin, hastalığın, yokluğun, imkansızlığın kokusu olarak kafama kazıyorum. Yıllar sonra hamile kaldığımda da her yumurta yediğimde, bana reva görülen haksızlıklar aklıma geliyor, midem bulanıyor ve öğüre öğüre, o yumurta kokusu burnumda, kusuyorum. Ve ne garip, kusacağımı bildiğim halde de her şey ortaya çıkana dek asla meydanı terk etmiyorum, hiç bir yere kaçmıyorum. Her gün beni kusturacağını adım gibi bildiğim halde o yumurtayı tekrar tekrar yemekten vazgeçmiyorum. Hastalık, yokluk, esaret, düşkünlük, ödleklik, yalan, ahlaksızlık içeren hiç bir şeye korkularım veya zaaflarım sebebiyle teslim olmak istemiyorum… “Güzel kızım, kaldın öyle kapıda, gelsene, beraber yeriz” diyerek, dalmış aklımı uyandırıyor Elmas Teyze. “Ne yiyecekler ki? Neleri var ki bu imkansızlıkta? Cebimdeki harçlığımı ve sefertasımı onlara bırakayım bari…” diye çaresizce kafamdan geçiyorum. Yutkunarak ve asla gücendirmek istemeyerek: “Çok teşekkür ederim, tokum. Lağım faresi indi bu kata, haber vermek istedim ben” diyorum. “Zeynebim hep var, biz alıştık, korktun mu sen yavrum?” diye soruyor, İsmail Amca. Cevap veremiyorum. Boğazım boğum boğum oluyor. Fareyle yaşamaya alışmak zorunda olmak, bunu gülümseyerek karşılamak, yokluğu sineye çekmek gibi bizim görmezden geldiğimiz şeyler var… Ben 11 yaşımda bunu yüzüme inen bir tokatla idrak ediyorum. Daha fazla dayanamıyorum ve ağlamaya başlıyorum. Orada durup o konuşmayı sürdüremeyeceğim de aşikar olduğu için koşarak merdivenleri çıkıyorum. Arkamdan sesleniyorlar. Hiç cevap vermiyorum. Denilecek bir şey yok. Hayat çok adaletsiz… Sağa doğru devam edip, okula gitmem gerekirken, aksi istikamete sapıp, sol taraftaki yokuşu tırmanmaya başlıyorum…

Hacı İzzet Paşa Sokağı’nın yokuşunun tepesindeki Ekselsiyor Apartmanı’nın karşısına geçip, kaldırıma oturuyorum. Hüngür hüngür ağlıyorum. Okul mokul, devamsızlık, annemlerin benim nerede olduğumu bilemeyip korkma ihtimali hiç bir şey umurumda değil… O koku burnumdan gitmiyor. Gümüşsuyu Hanım olanı biteni anlamış, beni teskin etmek istiyor ve halime çok üzgün. Aşağılara doğru inip, Kabataş’ın oradan çok sevdiğim denizi koklamamı salık veriyor, iyotun, balıkların beni neşelendireceğini düşünüyor.  Onu “Hayır!” diye tersleyip, teklifine omuz silkiyorum. Ekselsiyor Apartmanı’nın önünde kalmaya kararlıyım. Gümüşsuyu Hanım orasının benim o semtte en sevdiğim yerlerden birisi olduğunu bildiği için ses etmiyor…Hayran olduğum o binaya şimdi dinmek bilmeyen bir öfkeyle bakıyorum. İsmail Amca’nın neden asla orada yaşayamayacağını sorguluyorum içimden. Neden böyle bir şeyin hayalini bile kuramayacağını…Oysaki o küçücük halimle ben bile, Ekselsiyor’un tamamını büyüyünce almak ve her katını da farklı farklı döşemek, Kurabiye Bey ve Efe’yle birlikte orada vur patlasın çal oynasın, homini gırtlak, çoluk çombalak, bir yastıkta da eşim olacak beyle beraber kocayarak yaşamak istiyorum. Hayatın, bazılarının hayallerini bile ellerinden aldığını öfkeyle kavrıyorum. Çok üzülüyorum. O apartmanda yaşayan, sürekli çok şık takım elbiseler giyen, pabuçlarında tek bir toz zerresi dahi görmediğim, parfüm kokusu 7 mahalleyi sarıp sarmalayan orta yaşı geçkin, esmer, aşırı zarif o beyefendinin gözükmesini umuyorum… Adı ne, neyin nesi kimin fesi hiç bilmiyorum fakat o an, oradan o geçsin ve ben de onun kokusunu içime çekip, İsmail Amca’ların katına inerken burnuma yapışmış olan o tatsız kokuyu unutabileyim istiyorum… Ben unutursam, hayat da belki İsmail Amca’nın fakirliğini eş zamanlı olarak unutur, onun çilesini affeder, imkansızlıklarından azleder ve onu da o Ekselsiyor Bey gibi onurlandırır, bir kral misali taçlandırır diye ümit ediyorum. Bir hevesle Ekselsiyor Bey’i bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum…. O kaldırımın üzerinde saatler geçiyor ama maalesef ki o, hiç gelmiyor…Kim bilir, belki o gün evinden çok erken çıktı ya da belki de hiç çıkmadı ve o güzelim apartmanda, o can yakan cazibedeki dairesinde, İsmail Amca’nın varlığından, onun ailesinin bir odada var olma çabasından tamamen bihaber, kendi mutlu dünyasında kaldı…

O gün, o ikinci hayal kırıklığının ardından kesin bir karar alıyorum; hayatım boyunca hep o kadar güzel kokacağım ki insanlar beni “Buradan Zeynep geçmiş… ” “Ah! Burası Zeynep kokuyor!” diye rahiyamdan tanıyıp, umutla, memnuniyetle, tamamlanma duygusuyla hatırlayacak… İşte o yüzden de yıllardır sadık bir şekilde, hep aynı parfümü kullanıyorum ve yurt içinde, yurt dışında çok sıklıkla: “Bu parfümüzün adı ne? Bambaşka güzellikte bir şey bu, ne korkuyorsunuz?” diye sorduklarında sadece nezaketle teşekkür edip, beni ben yapan o kokunun adını asla zikretmiyorum ama 11 yaşındaki o tatsız günü de hep içim cız ederek, amacımdan sapmaksızın hatırlıyorum. Yokluğun görmezden gelinerek, yok sayılarak, umursanmayarak değil bilakis dile getirilerek, paylaşılarak üstesinden gelinebileceğini bilerek, her şeyime; kılığı kıyafetim, etim, ruhum, ahlakım, aklım tertemiz bakıp, sürekli satın aldıklarımın ve kazandığımın çok daha fazlasını, hiç gocunmaksızın ihtiyaç sahiplerine veriyorum. Tıpkı o Ekselsiyor Apartmanı’ndaki beyefendi gibi, her zaman iyi görünmeyi arzu ediyorum ancak ondan farklı olarak ben, bir samimi gülümsememin, temiz kokumun, bakımlı giyim kuşamımın, donanımlı dil kullanımımın, ahlaklı ruhumun ve iyi eğitimimin sadece kendime değil, etrafımdaki herkese de sosyo ekonomik imkanlarından bağımsız olarak değer verip, saygı duyduğumu, bunların hepsini, maddi ve manevi her şeyimi, her zaman, herkesle canı gönülden paylaşmaya hazır olduğumu duruşumla, tutumumla, iyi niyetimle de sonuna dek ifade etsin istiyorum. Hayatın değer atfetmediği her şeyi, herkesi sadece özü sebebiyle kıymetli görmek, paraya asla köle olmamak ve yokluk gerçeğini, bireysel varlığım, çabam, duruşum, inadımla sindirmek, silmek, yok etmek istiyorum… İsmail Amca’nın Ekselsiyor Apartmanı’nda insan gibi yaşayabilmesini, hasta olan ve kokan fabrikanın para çarkı içerisinde harcanıp, daha sonra yalnız başına kalacak şekilde kaderine terk edilmemesi arzu ediyorum.

O gün daha fazla Gümüşsuyu’nda kalmak istemiyorum. Fındıklı’ya Timsah Sokağı’na kadar yürüyüp, amcamın atölyesine gidiyorum. Ferforje olan kapısını çalıyorum. Açıyor ve şaşkın şaşkın bana bakıyor. Okulda olmam gerektiği halde, ağlamış, ağlamaktan da şişmiş bir vaziyette tam karşısındayım. Hiç ses etmiyor. “Niye okulda değilsin? Ne oldu? Annen baban buraya geldiğini biliyor mu? Ağabeyin mi birşey yaptı?” diye asla sormuyor. Çok güzel gülümsüyor ve: “Hoş geldin, güzel yeğenim” diyor. Rahatlıyorum ve çekinmeden içeri giriyorum. Onun yanına gelmek çok güzel bir şey. O bilge bir balık, deniz nasıl olursa olsun; dalgalı, düz, fırtınalı, pis, temiz onda boğulmaksızın yüzmeyi biliyor. Eşyalarımı onun masasının çevresine bırakıyorum. Etrafa merakla, kafamı dağıtmak için bakınıyorum. Eserlerine dokunmama kızmıyor. “Aç mısın?” diye soruyor. Ve benden bunca yıl içinde ilk defa “Hayır!” yanıtını aldığı için çok tedirgin oluyor. Masaya karşısına oturuyorum. Gözlerinin içine bakarak: “Fakirlik kötü bir şeymiş” diyorum. Ağlamaya başlıyorum. Elimi tutuyor, olan biten herşeyi o sessizken anlatıyorum. Fabrikayı bile… O dediğime çok gülüyor ve: “Fabrika hastaysa ona yemek pişirmen, onu besleyerek ve severek iyi etmen gerekirdi” diyor. Çok şaşırmış bir vaziyette: “Koskoca fabrikayı seversem ölmez mi yani? Kokmaz, iyileşir mi?” diye soruyorum. Önüme çay ve Petit Beurre bisküvi koyuyor ve bu sefer, alay etmeksizin: “Senin sevdiğin hiç bir şey ölmez çünkü sen hepimizden çok farklısın, çok hakikatlisin, çok sevgi dolusun ama seni her fırsatta öldürürler, harcarlar çünkü senin gibiler başkalarını sadece rahatsız eder” diye yanıt veriyor. Ölecek olmama değil ama hiç sevilmeyecek ve hep birilerini rahatsız edecek olmama çok üzülüyorum. Sessizce önüme bakıyorum. Ağabeyim geliyor aklıma: “Demek ki beni boşuna dövmüyor” diye düşünüyorum. Amcam dalgalandığımı fark etmiş olmalı ki: “Niye karardın?” diye soruyor. Hiç uzatmadan: “Para beni rahatsız ediyor” deyip, cebimdeki tüm harçlığı masaya bırakıyorum. Muhtemelen hafiflemek istiyorum. İnsanlar beni bırakmadan, benden nefret edip, beni Efe’ye avlatmadan evvel, ben parayı ve farklı olan her huyumu geride bırakmalıyım diye muhakeme ediyorum. Amcam dayanamıyor, gelip beni öpüyor, kokluyor. Esasında, çok fena halde Birinci sigarası kokuyor fakat ben onu saf sevgi kokusu gibi algılıyorum çünkü bu hayatta beni bir tek o dikkatle dinliyor, o anlıyor, o bana uzun uzadıya bir şeyler anlatıyor, o beni gerçekten tanımaya çalışıyor. “Varsın sigara koksun, tüm ailem olurken, o benden asla rahatsız olmuyorsa, ben de ondan olmam” diye düşünüyorum.

Yıllar sonra babam, kızımın babasıyla nişanımızdan önce ona: “Bir evlilik sözleşmesi yapın” dediğinde, o hiç sektirmeksizin: “Hemen imzalayalım efendim” yanıtını veriyor. Ben ise bunu duyduğum anda babama: “Yıllarca bana ait bir rızkı orantısız bir şekilde ağabeyim ve kız arkadaşlarına yedirdiniz, onca paranın kaybına göz yuman, o aç gözlü köpeğin eğitim hayatıma bile maliyet hesabıyla gölge düşürmesine gururumdan ses etmeyen ben, bu sefer söz konusu olan, bir başkasının onuru olduğu için bunun kaybına müsade etmeyeceğim. Böyle bir sözleşme asla imzalanmayacak çünkü ben reddi miras yapacağım, al paranı münasip yerine sok, ben onun mislini üretirim!” diye rest çekiyorum. O an, 11 yaşında amcasının atölyesinde cebinden tüm harçlığını çıkartıp, masaya koymuş, her şeyinden tekrar hiç düşünmeksizin vazgeçmiş Zeynep’im ben. Tek istediğim sevilmek ve kendi ailemi kurmak ama o iğrenç para denen meret yine eşitsizlik, yine sınır, yine had bildirircesine, o kötü kokusuyla araya giriyor. Babam benim gözlerimdeki kararlılığı görünce: “Ben seni düşünüyorum kızım… ” filan diye geri adım atıp, geveliyor. Hiç bir şey demiyorum. Birliktelik için mal ayrıldığından çok daha elzem şeylere dikkat etmek gerektiğine, mesela o erkeğin ne nüvede olduğuna dair ipucu verecek bambaşka şeylere bakmak gerektiğine inanıyorum. Düzenli arayıp sorması, beni telefon başında kendisinden haber beklerken verem etmemesi, benim mahçup birisi olduğumu anlayıp, direkt kendisinin sevgisini ve ilgisini ifade etmesi,  ayran gönüllü, güvenilmez, bugün mıncıklayıp, yarın topuklayan pis yüzeysel Amerikan Coni’si olmaması, oturaklı, saygılı, tutarlı, duyarlı, düşünceli, yapıcı, zeki olması gibi ve bunların hiç birisi parayla olmuyor… Kızımın babasının bana Haydarpaşa Garı’nda ilk buluştuğumuz gün, ayrılırken: “Ne yaparsam beni seversin?” diye sorduğunu hatırlıyorum. “Beni habersiz bırakmaz, bana yalan söylemez ve beni aldatmazsan seni severim” diyorum utanarak, önüme bakarken. Kol kolayız, eğilip kulağıma: “Aklıma yazdım, bunları yapmadığım gün beni bırakırsın… ” diyor, 15 yaşındayım o zaman. Yıllarca da sözünü tutuyor. Aralarda çok kereler, ben onu bir şeylere gücenip, kızıp, bırakıyorum. Başkalarıyla görüşüyoruz fakat sonra o ne yapıyor yapıyor, benim kalbimi tekrar kazanıyor. Onu güvenip, sevmem için ondan rica ettiğim her şeyi, her zaman yerine getiriyor. Sonra mı ne oluyor? Aklı mı gidiyor, ruhunu lağım fareleri mi basıyor, ahlakı mı fakirleşiyor ne oluyor tam olarak bilemiyorum ama o gün verdiği o sözlerini unuttuğunda ve beni aldattığında, ben onu bu sefer geri dönüşsüz olarak terk ediyorum. Ondan bana yegane kalan şey olan kızıma da maddeten manen her türlü güçlüğe rağmen, tek göz oda yalnızlığıma rağmen, hiç kokmayan ve üretim bandı hiç durmayan, şampiyon bir fabrika misali sürekli var ederek, tek başıma sahip çıkmaya çalışıyorum…

Bugünlerde 42 yaşında olmak üzereyim… Kızıma gebe kalalı aradan tamı tamamına 4 yıl  5 ay geçti… Onun rahmime düştüğü andan beri, yalnız bir anne ve yalnız bir kadınım. Tüm bunları sadece iyileşmek ve tekrar sevmekten korkmamak için bir tür doğuma girmişimcesine yazıyorum… Hepsini “Yalnız Anne” ismini vermek istediğim bir kitapta derleyip toplamak, herkesle paylaşmak istiyorum…O gün, Mutlu Apartmanı’nda gördüğüm o lağım faresini bana fakirlik nedir, hayat nasıl bir şeydir öğrettiği için, Kurabiye Bey’i bana herkesten farklı ve bir anlamda, kimsenin olamayacağı azur mavisi renkte olmanın esasında korkulacak bir şey değil, bilakis bir ayrıcalık olduğunu kabul ettirdiği için, Efe’yi bana asıl soyluluğun eşitlik ve adalet için korkusuzca çabalamak olduğunu ve bu uğurda, koşabildiğince tozu dumana katmanın en doğrusu olduğunu idrak ettirdiği için, İsmail Amca’yı bana bir göz odanın da Ekselsiyor Apartmanı’nda bir dairenin de şayet bunların içinde yaşarken yalnız olursan, sevdiğin birisi yanında olmazsa, birbirinden hiç bir farkı olmayacağını, asıl farkı sadece gerçek sevginin yarattığını o kocaman gülümsemesiyle algılattırdığı ve amcamı tüm o sigara kokusuna rağmen benim hayatımdaki en saf sevgi olduğu için minnetle anıyorum, arıyorum, ayrı düşmemek için de sık sık kaleme alıyorum.

İyi ki doğdun Zeynep’ciğim, seni delik deşik edilmiş olduğun halde hala inatla tertemiz kalmaya çalışan ruhunla ve çocuksu neşenle, çok seviyorum❤️ Hep gül, hep güzel kok, 98’inde bile güzel ve zarif ol, hep hayata başkalarından çok farklı ve adalet terazisinin kalibresi dört dörtlük işler bir şekilde bak, tekrar sev ama en çok da tekrar sadakatle ve bu sefer büyük bir tutkuyla sevil, hiç bir zaman o temiz ruhun bozulmasın, hep o Gümüşsuyu’ndaki masumiyetini, Kurabiye Bey’i, Efe’yi, Panti’yi, Gofret’i, amcanı, babanı ve diğer tüm o sevdiklerini, o kocaman kalbinde taşı, seni sevecek olan adam da izin ver seni başının üzerinde taşısın, bu defa asla o ilişkide hamal Hamido misali sürünme ve gani gani sevgiyle kucaklan… İyi ki varsın Zeymek, seninle yürüdüğümüz o çileli yol, evladına ve umarım ileride olursa, diğer evlatlarına da ve ışıksız, nefessiz, imkansız, umutsuz başka herkese de cesaret unsuru ve aydınlık olsun…

Seher Zeynep Bugay

seher-zeynep-bugay

Ayşe Lea Bugay ve Seher Zeynep Bugay

ayse-lea-bugay-seher-zeynep-bugay

Ayşe Lea Bugay

ayse-lea-bugay

Efe

Efe

Hacı İzzet Paşa Sokağı

haci-izzet-pasa-sokagi

Hacı İzzet Paşa

haci-izzet-pasa

Mutlu Apartmanı, Yıkılmış

mutlu-apartmimani-yikilmis

Seher Zeynep Bugay, Hacı İzzet Paşa Yokuşunda

seher-zeynep-bugay-haci-izzet-pasa-yokusunda