Haysiyet

6 Ağustos 2018. Kınalıada, Ardıç Sokak. Gece 22:30 civarı. Ali Umur Buğay o gün adada, Yalı Plajı’nda yüzerken, 78 yaşında boğularak, öldü. Yapılan tıbbi müdahalelere rağmen yuttuğu yüksek miktardaki su sebebiyle geri döndürülemedi. Cesedi vefatında şaibeli bir durum var mı diye savcı hanımın talimatıyla incelenmek üzere Adli Tıp’a sevkedildi. Geride başı kesilmiş tavuk misali kalan ailesi, onun ani yokluğuna adapte olmaya çalışırken, eşi, oğlu, kızı, torunu, yardımcılar, bakıcı derken topluca herkes adadaki evde ayakta… Pembe pasta tipli evin kapısı o saatte çalıyor. Taziye için gelen ana kız, ailenin çok eskiden beridir tanış oldukları iki komşu, ellerindeki yiyecek kutularını: “Başınız sağ olsun!” deyip, verdikten sonra içeriye doğru seyirtip, koltuklara geçiyorlar. “Nasıl olmuş?” “Çok üzüldük” “Ah vah! Tüh tüh!” cümlelerinden hemen sonra misafirlerden anne olan, etrafta olan bitenden habersiz bir şekilde neşeyle oynayan ve aralarda da: “Dede nerede?” diye soran 20 aylık kızım Lea’ya gözlerini dikiyor. Ben de tabii ki ne dönüyoru anlamak üzere kadına… Çok fazla bir zaman geçmiyor ki pat diye bana:” Arsızlığınla sonunda şu çocuğu yaptın Zeynep!” diyor. Arsız olan esasında dilinin kemiği olmayan o kadının ta kendisi ve katil bir yırtıcıya dönüşebilecek olan da ben… Öfkeyi baş bölgeme doğru hızla tırmanırken hissediyorum. Annem ve bilhassa da ağabeyim kadının dilini, tek bir hamleyle boğazından, tam da kökünden kopartıp, kan revan içerisinde bir sakatat parçası misali salonun mermer zeminine atabileceğimi sonra da hiç bir şey olmamış gibi hayatıma devam edeceğimi bildikleri için teyakkuza geçiyorlar. Bu, çok fazla dayak yemiş ve bu vasıtayla, esasında acının öldürmediğini, ona bir şekilde dayanılabildiğini ama o acıyı en tatsız biçimde deneyimlemiş kişi olarak, varlığını, onurunu, kişisel haklarını korumak için gerekirse acıtmak hatta savunma hattını kırılmaz kılmak için öldürmek gerektiğini de öğrenmiş zavallı bir ruhun, çaresiz hayvani tepkisinden başka bir şey değil…

 

Benim keskinleşmiş bakışlarım kadında, ağabeyiminkiler ise odağını asla kaybetmeksizin, tamamen bende… Niyeti çok belli, gerekirse bana müdahale edecek. Eliyle yarattığı canavarın ne olduğunu herkesten çok daha iyi bildiği için beni her şey yoldan çıkmazdan evvel kontrol altına almak istiyor. Annem de bir şey demek, had bildirmek niyetinde… “Siz buraya gecenin bir behri bunun için mi geldiniz? Yeri mi böylesi münasebetsiz bir yorumun?” diye soracak ama önümden giderse benim kıyam yapacağımı bildiği için gerilmiş yüz hatlarını kontrol etmeye çalışarak, itidalli davranıp, susuyor. Saniyeyi genişletip, zamansız alan içinde sükuneti çağırarak, soluk alıyorum. İşe yarıyor sanki… Gerçekten öfkelenip, kavgaya giriştiğimde, en büyük avantajım olan mantık zincirini kaybetmeksizin konuşma ve serinkanlı saldırma yetilerimi kullanarak, pervasız kadına çat diye dönüp: “Birisi bana erkek gibi sahip çıktı, tüm verdiği sözleri tuttu, telli duvaklı gelin etti, siz de düğüne, mutluluğumuza ortak olmaya davet edilmediniz diye mi garezle, haysiyetimle oynayacak şekilde ailemin önünde hem de babamızın öldüğü günde taziyeye gelmiş, dostumuzmuş kisvesi altında böylesi ölçüsüzce konuşuyorsunuz? Benim çocuğum bir arsızlık veya or*spuluk sonucu peydahlanılmış bir yavru değil, bilakis çok istenilerek, çok güçlüklerle dünyaya getirdiğim bir evlat ve ben hayatta olduğum müddetçe, hiç kimseye onun kulağı duyasıya veya arkasından, varlığını değersizleştirecek gücü, hakkı tanımam Silva Hanım. Kalksanız iyi olur, çok geç oldu ve ben, gece karanlıkta tahmin edemeyeceğiniz kadar tehlikeli bir vahşi hayvana dönüşüyorum…” diyerek, ürkütücü bir şekilde siyah pullu ejderha kuyruğumu sürüyerek, azametle ayağa kalkıyorum. Kadın neye dönüştüğümü göremese de seziyor… Ağabeyim, ben meydan okumamı bitirirken, Lea’yı kucağına alıyor, annemin de gözleri bende, ne yapacağımı anlamak istiyor… Ben, aç kalmış bir yırtıcı misali hedefime tekinsiz bir gülümsemeyle ve burnumdan duman püskürterek, kitlenmiş bir halde bakıyorum. Kadın ne diyeceğini bilemiyor, telef edileceğinin bilinciyle kaçmaya karar veriyor ve en fazla 3 saniye içerisinde toparlanıp, kalkıyorlar. Kapıdan çıkmazdan evvel bana dönüp: “Ben takıldım sadece Zeynep’ciğim, alınmadın değil mi?” diye kıvırıyor. “Haysiyetimden ve yaşamak zorunda kaldıklarımdan emin olduğum için alınmadım ama sizler dahil, riyakar ada halkının bana ve evladıma ne gözle baktığınızı hatırlattığınız için minnet duydum. Neden adada kimseyle konuşmak veya göz göze gelmek istemediğimi siz de anlamışsınızdır, şimdi istirham ediyorum, ben etrafı yakıp yıkmadan s*k tir olun gidin evimizden!” diyorum. Kuyruğum son kelimemin ardından bir kamçı misali zemini devasa bir gürültüyle dövüyor. Kaçarak sokakta gözden yok oluyorlar. Annemle ağabeyim dönüşmüş olduğum varlıktan ürküp, yutkunup, susuyorlar. Esasında denecek tek bir şey de yok zaten… Çok küçüklüğünden bu yana karşı cinsle ilgili tek bir dala tutunmayı, daldan dala atlamaya daima yeğ tutan ben, marjinalin, sorumsuzun, sınırsız koyun gezmiş or*spunun tekiymişimceymişçesine , kızım da tutunacak dalı olmayan bir piçmişcesine kendi evimizde üstün ahlak timsali komşularımızın yergi ve yorumlarıyla katlediliyoruz. Olay yeri inceleme ekibi geldiğinde üzerimize “Haysiyetsiz” yazan siyah ejderha işlemeli örtüler örterek, cesetlerimizi o çok onurlu olan, diğer gözlerden saklıyor. Bizi gömmüyorlar bile…Arsızlar Diyarı’na gitmek için kokuşarak, kurtlana kurtlana kızımla birlikte çürüyoruz…

 

2017, Ekim. Hamileliğimin 5,5.ayı. Annemle birlikte Fethiye, Hillside’dayım. “Artık gebe olduğumu etrafa söylemende bir mani yok, herkesle paylaşabilirsin, ne de olsa yakında doğuracağım ve kızımla birlikte yurtdışında yaşayacağım” diyorum. O denli karnım gizli saklı ve kilom da nispetli ki o görünümümle kimse hamile olabileceğimi aklına getirmiyor… Ben ise evli olmadığım için gebelik sürecimin başkaları tarafından kutsanmak yerine yargılanıp, aşağılanabileceğini aklımdan hiç ama hiç çıkartmayarak, aylarca hamileliğimi ve içimde büyümekte olan kızımı saklama gereği duyuyorum… Annem: “Sana bir şey anlatacağım, kızma olur mu? ” diye temkinli konuşuyor. Merakla yüzüne bakıyorum. “Okşan aradı geçen gün, anneanne olacağımı söyledim, ‘Zeynep bebek bekliyor’ dedim ve o,  son derece sinameki bir sesle: ‘Anlıyorum, bir anne için zor olmalı’ diye yorum yaptı.” diyor. Okşan Hanım annemin Avusturya Lisesi’nden yakın arkadaşlarından birisi… Birbirlerinin hayat görüşlerine önem veriyorlar.. Belli ki Okşan, evlilik defterine imza atamamış, a ya da b çok ama çok çok yıldızlı bir otelde davetlilerden ziynet, nakit, çek toplamak suretiyle, kutlama göbeği atamamış olan benim, İl Sağlık Müdürlüğü müdahalesiyle nasıl kısırlaştırılmadığım ve soysuz bir şekilde evlat sahibi olmaya, üremeye cesaret ederek, ailemin haysiyetiyle oynayacak kadar ileri gidebildiğimi, tek bir kinayeli cümleyle “Bir anne için zor olmalı” diyerek ifade etmiş. Yine öfkeyi baş bölgeme doğru hızla tırmanırken hissediyorum. Hep yaptığım gibi o siyah ejderha tüm yırtıcılığıyla uyanıp, yakıp yıkmasın diye saniyeyi genişletip, zamansız alan içinde sükuneti çağırmaya çalışarak, derin derin soluk alıyorum…

 

Annem üzüldüğümü dolmuş olan gözlerimden net bir şekilde görüyor ve beni öfkelendirdiği için de büyük bir pişmanlık yaşıyor. Lea’yı günde 2000 mg progesteron hormon desteğiyle, ciddi bir düşük riskiyle taşıyabiliyorum. Sinirlenmem torununun hayatını riske sokabileceği için arkadaşına ağzının payını verdiğini izah etmek ve beni de sakinleştirmek istiyor. ” ‘Zor olan bir şey yok Okşan, Zeynep çok uzun yıllar birlikte olduğu ve sevdiği adamdan hamile kaldı ve bir can dünyaya gelecek. Bir kadın ve bir anne olarak, geçtim bunları güya dostum olarak yaptığın yorum çok yakışıksız. İyi günler diliyorum sana!’ diyerek, yüzüne kapattım” diyor, annem. Ben ise o esnada artık Kalemya Koyu’nda değilim… O fark etmemiş ama ağır ağır devasa siyah kanatlarımı dalgalandırarak, Ahırkapı Feneri’nin üzerine doğru uçmuşum. Karanlıkta fenerin soluk ışığı Adalar’a bakan denizi aydılatırken, ben gecenin zifiri karanlığında haysiyetsizin, eş sahibi olmayan ama evlat sahibi olan ucuzun, aşuftenin teki olarak esasında yanlış bir şey yapmadığımı, koşulların bu şekilde seyrettiğini anlatmak üzere acı içinde çığlık atıyorum. Çığlıklarım duyuluyor ama insan olmadığım, sadece yırtıcı bir hayvan olduğum için meramım anlaşılmıyor. “O halde var olmamın da bir anlamı yok” diye düşünüyorum. Adayı, o yaşa dek yaşadığım diğer her bir yeri, herşeyi, kendim ve kızım dahil herkesi yakmak istiyorum. Alev topu karnımda büyüyor; hemcinsim olan, bir erkek evladını çok tatsız bir trafik kazasında kaybetmiş bu kadının, bu annenin, bu yargıcın ölüm gibi gerçek bir zorluğu göğüsleyip, evladını toprağa verdikten sonra yaşam kadar değerli bir tohumu, doğacak olan bir sabiyi zehirli diliyle nasıl yerebildiğini, niye lanetli gördüğünü düşünüyorum. Karnımdaki alev topu gecenin o kör karanlığında patlıyor, kızım ve ben yanarak, yok oluyoruz. Küllerimizi haysiyetsiz varlık kalıntısı olarak İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne siyah ejder figürü içeren bir porselen bir kapta saklanmak ve teşhir edilmek üzere teslim ediyorlar.. Ahırkapı Feneri bizim ölümümüzden sonra bir daha asla ışık vermiyor, o gece gökyüzünde gerçekleşen alev patlamasının unutulmaması için, bir tek o bizim ardımızdan yas tutarak, sonsuza dek kararıyor. Ve ne zaman bir başka kadın, tıpkı kızımla ben gibi haysiyetsizleştirilse, fener simsiyah gözyaşlarıyla ağlıyor.

 

22 yaşındayım. New York’tayım. Adam akıllı yazı yazmayı öğrenmek için kurgu yapmayı kavrayacak şekilde eğitilmem gerektiğine kanaat etmişim. Bunun okulla olmayacağını, alaylı bir şekilde, iyi bir usta yanında pişmek suretiyle kotarılabileceğini biliyorum. O yüzden, kendi kaderimi yaşamak üzere İstanbul’a geri dönmeye karar vermişim. Kapı çalıyor, açıyorum. Karşımda simsiyah, upuzun paltosuyla çok yakışıklı bir Berk var. İstanbul’da beraber geçirdiğimiz 1 hafta boyunca, her gün bana, ondan kaçma ihtimalim, korkma ihtimalim, utanma ihtimalim sebebiyle tatlılıkla haber vererek, çok zeki bir şekilde varlığına alıştırmanın dışında, çok kararlı ve tutarlı bir biçimde diyaloğumuzun sürmesini sağlamış. Lafı hiç dolandırmadan: “Ufaklık, onurumuz yerlerde, tek bir defa bile beni aramadın, neden böylesin sen? Şimdi de tası tarağı topluyorsun, hayırdır?” diye kızarak soruyor. Bir şey dersem, öfkesi onu bana çok daha fazla ters konuşturacağı ve ben de geri dönüşsüz kırılacağım için sadece: “Şunları paketlememe yardım eder misin lütfen?” diye soruyorum. Çok kızgın olduğu halde itiraz etmeksizin rica ettiğim şeyi yapıyor. Bir süre aramızda sessizlik hüküm sürüyor. “Gideceğim için bunu, senin haysiyetini, erkekliğini, ilgini, iyi niyetini hiçe saymak olarak mı yorumluyorsun yoksa benim, seninle aramızda hiç bir mesafe olmadığına inanmamı gerizekalılık olarak mı görüp, kızıyorsun?” diye soruyorum. Dik dik bana bakıyor. Öfkenin, ilk defa, bir başkasının başına doğru yürüdüğünü gözlemliyorum. O siyah, hırçın bir pantere dönüşmezden evvel ona: “Saniyeyi büyütüp, zamansız alanda derin derin soluk al” demek istiyorum. Fakat tek bir kelime edersem, beni parçalama ihtimaline karşı hiç sesimi çıkartmaksızın, elimi sakinleşebilsin diye hızla kalkıp inen göğsüne koyuyorum. Kapkara gözlerini gözlerime dikmiş bir vaziyette, elimi çat diye göğsünün üzerinde yakalayıp: “Haysiyet filan umurumda değil, sana çok kötü kapıldım ben!” diyor. O panterin göğsüne bir anlık hırçınlık ve dürtüyle beni paramparça etmesi pahasına yaslanıyorum: “Ben de sana ve senden çok korkuyorum” diyorum. “Biraz bana güvenip, palamar çözsen ne olur?” diye soruyor. Cevap veremiyorum. Yutkunuyorum. Bir an için gözlerine gözüm ilişiyor. O aşırı güçlü simsiyah panter sanki Ada’daki Manastır’ın yemyeşil çimlerine uzanmış, yalanarak, davetkar ve oyuncu bir şekilde bana bakıyor. New York’ta değiliz artık. O da kızgın değil. Neden korktuğumu çok iyi biliyor. Kız olduğumu, bekaretimi, haysiyetimi kaybetmek pahasına ona ilgi duyduğumu anlıyor. Gözleri kısık bir şekilde patilerini yalıyor. Bana dokunmuyor, yerinden kıpırdamıyor, beni korkutmak istemiyor, sadece yaramaz bir şekilde uzaktan bana bakıyor.  Öfkeyi baş bölgeme doğru hızla tırmanırken hissediyorum. O siyah ejderha tüm çekiciliği ve tekinsizliğiyle uyanmak, bu yaşına dek üzerine kurulmuş olan her türden baskıya karşı varlık belirtecek şekilde kükremek üzere… Saniyeyi genişletip, zamansız alan içinde sükuneti ruhuma çağırmaya çalışarak, derin derin soluk alıyorum… Çok geç… Siyah, parlak pullu ejderha   Kınalıada sırtlarında pençelerinin arasında Gümüşsuyu’ndaki kırmızı vosvos arabamızla beliriyor. Onu sıkıyor, teneke misali ezdikçe, o tosbağa kızlığını yitirmişçesine azar azar kanıyor. Panter başını gökyüzündeki kıyama dikmiş, üzerine çiseleyen kan damlalarını iştahla yalıyor. Berk’e dönüp: “Sana aşık olmaktan korkuyorum” diyorum. “Ben sana oldum bile… ” diyor.

 

İki hayasız misali tutkuyla öpüşüyoruz. Edep, haysiyet, soluk mavi renkli erkeksavar nitelikteki Ste. Pulcherie üniformam, ağabeyim, elalem, hiç bir şey, hiç kimse ona teslim olmama ve onun öleceği güne dek birbirimize bir önceki günden daha fazla tutkuyla bağlı olmamıza engel olamıyor. Onun ölümüyle beni de devasa bir çukura atıp, gözlerini kırpmaksızın zehirli oklarla telef ediyorlar. Ölmekten değil fakat içimdeki acıyla baş edememekten ve o acıyla yaşamak zorunda olmaktan çok korktuğum için hiç birine asla  karşı koymuyorum. Attıkları her okla pullu siyah derim delik deşik oluyor. Mavi renkli ejderha kanım oluk oluk akıyor, ben ise gıkımı çıkartmaksızın yaklaşmakta olan ölümü bekliyorum. Son oku da kalbime atıp, beni tamamen yok ediyorlar. Leşimin yattığı çukurun üzerini kapatırlarken: “O haysiyetsiz ejderhanın burada yattığını asla kimse bilmeyecek” diyorlar. Çukuru tamamen örtüp, üzerine tükürerek leşimi lanetliyorlar. Oysaki ben, artık aşağılayabilecekleri, zarar verebilecekleri bir yerde değilim. Ruhum, zamansız alanda, öfkenin yokluğunda, yergi, kınama ve yaftalama gibi olumsuz olguların olmadığı o mucizevi yerde var olurken, tüm güzelliğim ve onurumla devasa siyah kanatlarımı açmış, mutluluğa ve koşulsuz sevgiye dogru süzülüyorum.