Gümüşsuyu
Sene 1988, ben o yıl 9 yaşındayım. Gümüşsuyu’nda, Hacı İzzet Paşa yokuşunda, Mutlu Apartmanı 10 numarada oturuyoruz. Bir balkonumuz var, ben hava güzel olunca, gece veya gündüz mutlaka o balkona çıkıp, ayaklarımı sallandırarak tüm mahalleye ve Boğaz’a bakıyorum. Rüzgar esiyor sanırım, ayaklarım daima çıplak, asla çorap giymeyi sevmiyorum. Giyemiyorum bir şekilde… Üşüyor muyum hatırlayamıyorum yine de tek emin olduğum ayağım yere sağlam bassın, toprakla aramda bir engel olmasın arzusundayım.
Bir tosbağa arabamız var; turuncu kırmızı arası,34 NP 406 plakalı, o kadar seviyorum ki onu bana göre bu hayattaki en güzel araba o. Hala da öyledir, bilmem kaç milyon değerindeki hiç bir araç o vosvosdan daha fiyakalı değildir benim için… Bir yerden bir yere giderken kelebek camlarına minik burnumu dayayarak, sık sık hayaller kurduğum gezegemizin havasını kokluyorum. Sonra bir an irkiliyorum. Yokuş çıkıyoruz, ben o yokuşu çıkarken vosvosumuzun geri geri kaymasından, kontrolün yitirilip, kazada ölmemizden çok korkuyorum. Hala da kimse bilmez ama dik bir yokuş çıkarken, arabanın geri geri kayıp, kaza yapma ihtimalinden çok korkarım. Belli edemem ama mideme bir ağrı girer, ürkerim herşeyin çok güzel giderken tepetaklak olmasından…
Ders çalışmayı hiç sevmiyorum, hep denize ve yıldızlara bakmak, sürekli yemek yemek istiyorum. Doymuyorum da sanırım, çok fena şişkoyum. O zamanlarda güzellik, iyi görünmek filan hiç bir şey umurumda değil, öyle bir merfumum da yok zaten… Kendime göre çok güzelim. Tombul bacaklarım, topik kollarım var. Bir de filinta gibi olan çok yakışıklı ağabeyimin fena halde aşağıladığı irice bir popom. Ağzına gelen her türlü kötü sözü yaftaladığı, girik belimin üzerindeki babaanneminkiyle aynı olan büyükçe bir çıkıntı… Dediklerine pek kulak asmamaya gayret etsem de bazen ettiği hakaretlerden ötürü canım çok yanıyor. Yine de ona hak vermek, çirkin ve biçimsiz olduğumu düşünmek istemiyorum çünkü benim için güzel olan tek şey deniz, Gümüşsuyu ve gökyüzü. Gerisinin hiç bir önemi yok… Deniz pullu kocaman bir balık, gökyüzü puf puf yıldızlı bir battaniye, Gümüşsuyu da bu dünyadaki en güzel, en nazlı kadın… Kim bilir belki de onların tamamının toplamı olduğumu düşünüyorum. Öyle inanmak istiyorum. Tam da emin değilim, çok üzüldüğüm için net hatırlayamıyorum… Okul önlüğümün düğmeleri şişkoluktan ötürü hep patlıyor. Dikilmesini asla istemiyorum. Pırtık gibi geziyorum. Kendimi kurabiye canavarına çok yakın hissediyorum. Tek seferde kaç kurabiye yiyebiliyor acaba diye merak ediyorum. Belki de aşığım ona kimbilir çünkü mavi renkli, komik ve obur. Mavi ve tonları benim en sevdiğim renkler. Bir de gülmek; çok küçüklüğümden bu yana beni güldüren her şeye tutuluyorum. Kendim de komiğim, çabasız ve hazır cevap bir komik… Kurabiye canavarı da komik. Kendi kendime: “Bir erkekte olması gereken herşey Kurabiye Canavarı’nda var” diyorum. Yüzüm hoşuma giden bir şeyi düşündüğümde bugün de ışıdığı gibi ışıyor: “Beraber olsak, bana hep kurabiye yedirir ve çok güldürür” diye düşünüyorum. Haliyle o varken çok saçma geliyor bana öyle düğme, kurdele, yaka gibi şeylerle uğraşılması, “Düşünülecek daha başka şeyler var, kurabiye canavarı gibi” diyorum… “Düğmelerim de patlarsa patlasın” diye omuz silkiyorum, sırt çantam ve 4 katlı sefer tasımla Fındıklı’daki Namık Kemal İlkokulu’na sadece kurdurmak ve tıkınmak için gidiyorum. Sınıf hatta okul sonuncusuyum. Daha ikinci tenefüsün sonunda annemin koyduğu tüm yemekleri bitirmiş oluyorum, “Varsın bitsin” diye düşünüyorum nasıl olsa okulun kantini var; harçlığım da tüp Çokorem, Eti Puf, Tombi, Ülker sütlü çikolataya hayli hayli yetiyor. Dahası okulun bir sokak üstünde heykel atölyesi olan amcam öğlenleri ona gittiğimde bana ne istesem alıyor, kebap, kek, kola, lahmacun, kokoreç… Onu çalışırken izliyorum ve tabii ki bir yandan da neşe içinde tıkınıyorum. Bana bakıp, o sert çehresini bir kenara bırakıyor ve gülümsüyor. Yonttuğu eserleri anlatıp, fikir soruyor. Asla küçük görmüyor, dünyada tanınan bir ismim var, bir çocuk bunlardan ne anlar demiyor… Amcam benim bir anlamda gerçek babam çünkü babamın aklı çok dolu, beni pek fark edemiyor. Yükselmek istiyor, ailesine iyi bakmak için saatlerce yazı yazmak zorunda ve maalesef zor bir oğlu var, çok sevdiği eşine de o hengamede zaman ayırması lazım, eh tüm bu yoğunlukta kızı sorunsuz gözüktüğü için, ona dikkat etmesi gerektiğinin farkında değil…
Tereyağlı ekmek yemeyi seviyorum, üst katta Ara Güler ve eşi oturuyor. Onlara her misafirliğe gittiğimizde hep tereyağlı ekmek ikram etmelerini istiyorum. Ara ağabeyin İstanbul resimlerine bakıyoruz. Ben gülümsüyorum. Kıvırcık saçlarıma, ensemdeki buklelerime dokunup, tüm İstanbul hatta Gümüşsuyu saçlarımın arasına o farklı renk ve kokularıyla saklanabilir mi diye merak ediyorum. Saçlarım onları içine alır, hiç bir zaman ayrılmayız diye düşünüyorum.
6 yaşımdan itibaren çok dayak yiyorum. Çok sevdiğim, bukleli saçlarım her bir dayakta daha da beter dağılıyor. Ağabeyim beni hiç acımadan, ortada geçerli bir sebep olmadan, sadece keyfi öyle istedi diye bir sadist misali dövüyor. Bukleleli saçlarım, güleç çocukluğum aşağılanıp, tekme, tokat, yumruk, itme kakma ne darbe varsa alıyor. Bilhassa annemlerin evde olmadığı zamanlarda ağzımı yüzümü kırıyor. Çok ağladığımı, çok ama çok fazla canımın yandığını, ailemin de bu rezaletle ilgili “Oğlanın haşarı zamanları herhalde, zamanla geçer” zihniyetiyle pekte birşey yapmadığını ama amcamın olana bitene delirip, onun defalarca üzerine yürüdüğünü hatırlıyorum. Ağabeyim bir süre durulsa bile sonra yine dövüyor, sonra yine sonra yine… Her dayaktan sonra Gümüşsuyu’na bakıyorum ağlayarak, gitmek istiyorum, kaçacağım belki ama bildiğim, sığındığım, sevdiğim tek yer orası, tüm çocukluğum, neşem, hayallerim hep orada saklı. Saçlarıma dokunuyorum, Kurabiye Canavarı gelip beni alır, götürür belki diye umut ediyorum. Gelmiyor. Kim bilir belki de beni sevmiyor.
16 sene boyunca korkunç bir şekilde dayak yiyorum. Artık Gümüşsuyu’nda değiliz. 12 yaşımın sonunda Bebek’e taşınmışız, ben ise Gümüşsuyu’nu asla unutamamışım. 22 yaşımda bir gün amcam: “Yeter artık, bu böyle devam edemez, gerekeni yap, benim ağabeyime bir zamanlar yapmak zorunda kaldığım gibi… ” diyor. Ben gayet iyi anlıyorum ne kast ettiğini ve benden ne istenildiğini… Yapacağımdan emin olmak için: “Sana eziyet eden şeyleri çok fazla affedip, onlara gereğinden fazla sabrediyorsun, bitsin artık, yeter!” diye ciddi bir sesle üsteliyor. Onun kızdığını biliyorum. Kızdığında ona itiraz edilemeyeceğini de biliyorum. Gözlerimi kaçırıp, yutkunuyorum. Haklı.. Bu cereme artık bitmek zorunda ama ben nasıl yaparım bilmiyorum…
Sonra yine o kaçınılmaz olan geliyor; ağabeyim beni bir arkadaşından kıskanmış. Adam beni çok beğenmiş ama ben gözümün ucuyla bile bakmamışım. Hala da beğendiğim hiç kimseye direkt bakamam, utanırım, bir bahane yaratır kaçarım yanlarından. Kovalanmak istediğim, taktiksel birisi olduğum için değil, ağabeyim adada veya başka herhangi bir yerde kız kardeşinin yakışıksız, ucuz veya bayağı davranma, aşufte gibi hareket etme ihtimalini aileden bile fazla düşünüp, bu konuda berbat bir baskı kurmuş olduğu ve o korku benim hücrelerime dek işlemiş olduğu için… Kaçarım ki sevebileceğim bir şey yüzünden canım yanmasın… Dayak yemeyeyim, aşağılanmayayım veya tehdit edilmeyeyim… Ağabeyim adamın bana olan ilgisini vesile ederek, kafamı kaloriferin ucuna vurarak patlatıyor. Elimi enseme götürdüğümde, kanadığını fark ediyorum. “Bir karar vermem lazım” diye içimden geçiriyorum, ya çocukluğumu kan içindeki buklelerimin arasında tamamen kaybedeceğim, Gümüşsuyu sonsuza dek kaybolacak ya da ben hala bakkal Kemal Amca’ya sepet sallayıp, neşeyle yarım ekmek kaşarlı salamlı sandviç isteyen o küçük kıvırcık saçlı kız Zeynep olacağım. Zar zor da olsa ayağa kalkıp, altındaki halıyı çekiyorum. Gücüme, onu düşürebilmiş olmama inanamıyor. Yüzüne bakıp: “Özür dilerim” dedikten sonra kaburgalarını tekmelemeye başlıyorum, kıpırdayamıyor. Kaçmak istiyor ama yapamıyor. Canı çok yanıyor ve nefes dahi alamıyor. Geçtim kalkmayı hamle dahi yapamayacak kadar kıvranıyor. Hırsla değil bilakis üzüntüyle vuruyorum. Vuruyorum. Vuruyorum… Ta ki o “çat” sesi gelene kadar… Ve o gün o döngü sonsuza dek bitiyor. Bir an için Kurabiye Canavarı’nı görüyorum sanki… Çok üzgün, çok geç kaldığını, beni eksik anladığını ve beni koruyamadığını düşünüyor. Haklı esasında ama onu toptan kaybetmek istemediğim, aramızdaki kapıyı tamamen kapatacak gücüm olmadığı için canın sağ olsuna getirircesine: “Sorun değil” diyorum. O ne diyor duyamıyorum. Belki de o kadar afallıyor ki o an tam olarak ne diyeceğini bilemiyor. Sonra utancını yenip, cesaretini toplayıp yanıma gelecek belli ki. Ben ise gitmek zorundayım artık oradan… Seviyorsa, bir araya gelmemiz gerekiyorsa bir şekilde kavuşuruz mutlaka diye düşünüyorum. Gerisi de önemli değil zaten çünkü o anda yara bere içindeki çocuk Zeynep’i alıp, dışarı çıkartmaktan başka bir gayem yok. Sokak aradan geçen onca yıla rağmen Gümüşsuyu’ndaki gibi çok güzel. Zeynep kucağımda ve güvende. Buklelerini elleyip, sızım sızım ağlıyor. “Bitti, gökyüzüne bak, korkma ve ağlama artık” diyorum. Onu bieaz evvel ağabeyime yaptığımla çok korkuttuğumu, belki de masumiyetimi yitirdiğine inandığı için kendisini teselli ettirmek istemeyebileceğini düşünüp, sadece sıkıca kucağımda tutturuyorum. Konuşmuyorum. Gökyüzü çocuk Zeynep’i selamlarcasına yıllar sonra yine Gümüşsuyu’ndaki gibi puf puf, deniz de pullu kuyruğunu neşeyle vuruyor.
Amcamla Gümüşsuyu’na gidiyoruz sonra… “Bir gün ben olmasam da sen buraları benim için gezeceksin, çocukluğunu asla kimse için bırakmayacaksın, bir ışığın var senin herkesi kendisine çeken, ne olursa olsun onu hiç bir zaman söndürmeyeceksin ve hep naif kalacaksın, tamam mı? Seni sevecek ve koruyacak birisi bir gün mutlaka o ışığa kapılıp gelecek” diyor. Ona inanmak istiyorum fakat yıllar içinde kadınlığımla ilgili canım o kadar çok yanmış ki teslim olamıyorum. Oysa ki o benim bu hayatta en çok inandığım, beni en iyi tanıyan, en çok dinleyen tek insan. Tek erkek… Ağlayıp, yine de: “Tamam” diyorum. Gülümsüyor. “Balık sözü mü?” diye soruyor. Ben İkizler’im diye düşünürken birden aklıma geliyor ki Balık burcu olan o ve o, kendi varlığı üzerine bana söz verdirterek olması gerekeni kendince mühürlüyor. Çok inanmasam da: “Balık sözü” diyorum. Ben ağlarken yüzümü silip: “Ağlama, ışığını karartma” diyor. Elimi elinin içine alıyor, Gümüşsuyu’nu yürüyoruz…
İşte bu yüzden, her canım sıkıldığında ben Gümüşsuyu’na kendimi, bukleli çocukluğumu, Balık olan amcamı, az yaşayabildiğim ama çok sevdiğim babamı aramaya giderim. Başıma gelenlerden de bunları bana yapmış olanlardan da asla utanmam. Hiçbir şeyi saklama gereği duymam. Saklarsam, gönlümün süveydamın karanlığında özünü kaybetmesi, gaddarlaşması (Algol’un karanlık yüzüne doğru evrilmesi ve gerçek bir caniye dönüşme) ihtimalinden çok korkarım. O karanlık büyüyeceğine benim kalbim hep temiz ve aydınlık kalsın isterim ki ruhum Yuva’ya (Gümüşsuyu’na) dönüş yolunu hep aynı saflığıyla bulabilsin. O yüzden de hala kötü şeylere, bağımlı, zaaflı veya aptal birisi olduğumdan ötürü değil ama sabrım ve merhametim pek çok kişiden çok daha yüksek olduğundan ötürü, çok uzun süre katlanırım. Olmayacaksa, bunca sabra rağmen bir yolu yoksa son bir kez ne yapmam gerektiğini gidip Gümüşsuyu’na sorar, ardından onun bana salık verdiğini yapmak üzere içim çok rahat bir şekilde kendi yoluma giderim. Gittiysem de beni kırmış o kişileri buklelerimin arasında tutmam artık.
Nice mutlu 23 Nisan’lara Zeynep’ciğim; seni tüm yara ve berelerin ve benim diyenin katlanamayacağı o kocaman yalnızlığın ve bugune dek tüm çekmek zorunda kaldıklarınla çok seviyorum❤️
Not: Resimde, 1988, Audrey Hepburn, Halit Kıvanç ile birlikte TRT 23 Nisan şenliğinde.