Gıybet

Rüzgârlı ve güneşin yüzünü gösterip göstermemekte kararsız olduğu bir gündü. Güneş bulutların arkasında saklanmayı bıraktığında sıcak ve yakıcı denilebilirken, güleç yüzünü göstermemeyi seçtiği anlarda ise serin ve hatta yaz ortasında ürpertici tabir edilebilecek iki başlı bir hava hakim sürüyordu. İki arkadaş, yazın her zaman yaptıkları gibi adadaki su sporları kulübünde şezlonglara serilmiş halde sohbet ediyorlardı.

Eski yüzme hocası olan, kısa ve röfleli saçlı sordu: “Şekerim kaçımız hayatının en ince detayına kadar irdelenmesinden, etrafta tartışma veya yorum konusu olmaktan, yaptıkları veya yaşadıkları üzerinden yargılanıp, milletin konuşma malzemesi olmaktan memnuniyet duyar ki? Hiç kimse olmaz. Peki o halde, Freddy aile hayatına ve kendi mahremiyetine bu denli düşkünken nasıl oluyor da benim tüm özelimi hiçbir sakınca görmeksizin, herhangi bir yerde bu kadar rahat anlatabiliyor?”

Arkadaşı yanıt vermezden önce sessiz kalarak, düşündü… Çünkü Freddy onun da yakın arkadaşıydı. İki arkadaşının arasında kalmak istemediği kadar, bu olayda taraf olmayı tercih etmeyeceği de belliydi. Diğeri onun bu mütereddit hallerini hiç umursamaz bir şekilde ara vermeksizin devam etti: “O da herkes gibi kendi hayatıyla ilgilenmek, eşiyle veya çocuklarıyla olan açmazlarına çeki düzen vermek, aşırı davranışlarına, b*ktan duygularına veya ahlaksız düşüncelerine gem vurarak yaşantısını hale yola koymak istemiyor da ondan… O yüzden senin, benim hayatımızı tartışmak, yargılamak ona daha kolay geliyor!”

Suskun olan Nathalie, elindeki şekersiz limonatadan bir yudum alarak tüm bu konuşmaları tekrar tekrar kafasında çevirdi… Yael söylediklerini ne denli hoyrat ifade etse de esasında haklıydı… Hayat yeterince zordu ve insanlar bunca güçlüğün üzerine bir de kendi özlerinin zaaflarıyla yüzleşmek, boğuşmak istemiyordu… Gerçekleştirilmesi gereken bir kişisel hedef olmadığına, yeterince mükemmel olduklarına ve değişmek gerekmediğine kendi kendilerini ikna etmenin en kolay yolu ise başkalarının hayatlarını, seçimlerini tartışmak, yargılamak ve eğlence konusu etmekti… Yani dedikoduydu… Bu sayede kişi rahatlayıp, asıl ilerlemesi gereken yoldan sapıyor, bireysel hayatına vermesi gereken emekten ve yaşaması gereken değişimden, olgunlaşma adına çekmesi lüzumlu olan çileden kaçınma hakkına sahip olduğuna inanıyordu. İşin kötüsü de en bilinçli, en donanımlı, en empati sahibi kimse bile an gelip dedikodu etme tuzağının içine düşebiliyordu… Bunun okumuşlukla filan da en ufak bir ilgisi yoktu. Bu tamamen temel eğitim esnasında “kişisel sınırların” ihlalinin ayıp ve yanlış olduğunun kanıksanmamış olmasıyla alakalıydı.

“Yael sen bu konuda haklısın ama ben çok fazla yorum yapmak ya da dedikodu eder pozisyonda olmak istemiyorum çünkü hayatta karşılıklılık ilkesi diye bir şey var… Bugün bir başkasını sonucunu düşünmeksizin konuşur, tenkit edersek yarın o araladığımız kapıdan içeri giren yel bizi de vurur ve bir bakmışız ki bizi de birileri bir yerde hiç acımadan konuşup, harcıyor” dedi. Yael’in haklı uyarısına çok bozulduğu Nathalie’nin sirke satmaya başlamış yüz ifadesinden belliydi. Ancak itiraz edip, uzatmadı da… Fakat, tabii ki konuşmanın o noktadan sonra tüm tadı kaçtı…

Daha sonralarda ise iki arkadaş seyrek buluşmaya, yüzmeye bile ayrı ayrı gitmeye başladılar. Araları bozulmamıştı ama ortak konuşacak konuları kendi güçlüklerini içermesin, hayatları güllük gülistanlık portresi çizebilsinler istiyorlardı… Belki de istemiyorlardı kim bilir… Eteklerindeki taşları gerçekten dertlerini, zaaflarını anlattıklarında onları da aynı silahla vurmayacak, başkalarının gıybetini rahatlıkla ettikleri gibi onları da konuşmayacak, yargılamayacak birilerine dökmek istiyorlardı o kadar… Aralarında gerçek bir samimiyetin olmadığını, birbirlerine güvenemeyeceklerini ve aptal olmamaları gerektiğini anlamışlardı…

Bir başka arkadaşları Yael’e Nathalie’yle olan ilişkisinin zamanla neden tavsadığını sorduğunda Yael, Freddy meselesinde davrandığı kadar duyarlı olamadı ve benzeri dedikodu tuzağının içine kendisi de düştü… Tabii ki aralarında geçen tüm konuşmaları en ince detayına kadar anlatarak. Oysaki demesi gereken teferruat vermeksizin “Bana uymayan şeyler oldu, ben de uzak durmaya karar verdim” olmalıydı.

Yael ise dedikodu etme hakkının olmadığını unutarak o dipsiz kuyuya bir ip sarkıttı ve her gıybet eden kişi gibi kuyunun içine doğru çekildi. Ektiğinin yansımasının benzeri şiddette olacağını tamamen unutmuştu. Kuyunun karanlığı ruhunu esir aldı. Ağzından çıkan sözler temiz, iyi niyetli ve yapıcı olana kadar o kuyuda tutsak kalacaktı…