Gece Sürüşü

“Gece Sürüşü”

20 Ekim 2020. Kınalıada. Gece saat 01:48 civarı. 3.katta, annemlerin odasındayım. Ev kapkaranlık. Odanın penceresini açmışım. İçeriye artık oldukça soğumuş olan sonbabar havası doluyor. Ürperiyorum. Üzerimde babama ait olan beyaz bir gömlek var. Yakasından hala parfümünün kokusu geliyor. Sabit gözlerle ilerideki denize bakıyorum. Sonra ağzımdan bir anda: “Baba lütfen kızma ama ben ev tutmaya karar verdim” cümlesi dökülüyor. Kısa bir sessizlik oluyor. “Babam cevap vermeyecek herhalde” diye varsayarken, deniz hafifçe dalgalanıp, kabarıyor. Anlıyorum ki işittiğinden hiç memnun değil ve dediğimi de aklına yatıramamış çünkü kışın annemle beraber yaşadığımız köşk çok büyük, benim başımda ayrı bir meskende olmamı gerektirecek şekilde özel hayat paylaştığım bir sevgili veya eş yok, torunu anneanne gözetiminde kalsa daha evlâ ve hepsinden önemlisi, ona göre ondan sonra ailenin ve işlerin tüm mesuliyeti bende. Benim o evden ayrılmam, uzun yıllardır ablalığını üstlendiğim ağabeyimin de kolaylıkla raydan çıkması demek. Annemin ona hiç bir şekilde laf geçirememesi, ikisinin birbirini yemesi demek. Benimse ona bir ters bakışım yetiyor. Ya da daha fenası küsmem… Evet, küsüyorum ben. Kan kusturana kadar da konuşmuyorum. Taktik filan değil.  Naz niyaz hiç değil. Haklıysam, yanlış veya eksik anlaşıldıysam ve kalbim kırıldıysa, çok fena küsüyorum. Ağabeyimin ise bu hayatta tek nefret ettiği şey, küslük. Seneler içerisinde onu yola getiren şeyin bendeki susma kuvveti olduğunu keşfetmişim. Ez cümle, babamın demek istediği herşeyin farkındayım ve tüm mesuliyetlerimi gayet iyi anlıyorum. Ona hak da veriyorum. Fakat yine de evden gitmek istiyorum. Uzaktan idare edebilirim zira artık ufak ufak kendi hayatımı yaşamaya da geri dönmem gerekiyor diye düşünüyorum. Kızımın doğumundan bir süre sonra çocuğumu asla istemediğime kanaat getirdiğim, onu sabahtan akşama dek bakıcıyla baş başa bıraktığım ve evime de zinhar uğramadığım dönemde babam Lea’ya sahip çıkma kararlılığıyla: “Evini kapat, yanımıza gel, bu olağan loğusalık süreci, hormonal akışın düzelince hepsi geçecek kızım” diyor. O evden tiksiniyorum. Yaşadıklarımdan da… Hiç düşünmeksizin eşyaları depoya kaldırtıp, evi bir gün içerisinde kiraya veriyorum. Her şey o denli hızlı oluyor ki babam bendeki bu denli ruhsal kırgınlığa rağmen hala muazzam işleyen rasyonalite ve organizasyon becerisine elinde olmaksızın şaşırıyor. O zaman yaptıysam şimdi de hayli hayli yapabilirim diye düşünüyorum. Babam son bir hamleyle: “Kolun kırık, bu halde nasıl taşınacaksın?” diye sorup, beni yıldırmak istiyor. “Hallederim, dert etme sen, hep etmedim mi?” diye kestirip, atıyorum. İtiraz edemiyor. Haklı olduğumu biliyor. Pencereyi tamamen örtmeden evvel: “Su soğuktur, üşütme sakın” diyorum. Gülümsüyor. “Bir şey olmaz aptal” diyor, takılarak. Küçüklüğümden beri bana, kızdırmak maksadıyla “aptal” diye sesleniyor. Aptalım belki de kim bilir… Perdeyi çekerken, babamın boğulduğu suya son bir kez bakıyorum. Bazı geceler, çok çok geç saatlerde, herkes uyurken gidip o suya giriyorum. Çok korkuyorum ama yine de giriyorum. Adanın kendisi kadarının suyun dibinde de saklı olduğunu tahayyül ediyorum. Ayağımın yüzerken adanın dibine değmesinden ürkerek, o buz gibi karanlık suda kulaç atıyorum. Babamı arıyorum. Belki karşılaşırız diye umuyorum. Fakat o yok… Ağabeyim onun cesedini Teos’un köşesinden teslim almış. Ve babam hayatımızdan öylece bir gün: “Bir suya dalıp, çıkayım sonra öğlen yemeğini yeriz” diyerek, çekip, gitmiş. Gömleğinin yakasını son bir kez kokluyorum. Yatağa uzanıyorum, onun yattığı tarafa, diğer kısımda uyumakta olan kızıma sıkıca sarılıp, gözlerimi kapatıyorum.

Bir iki gün sonrası… Hiç vakit kaybetmesizin o küçük evi tutmuşum. Daha büyüğü, daha şaşalısı, daha manzaralısı olsa gibi hiç bir şeyi düşünmemişim. Kapısını kapattığımda mutlu olduğum her yerde var olabilirim diye inanıyorum. Mimar arkadaşıma evle ilgili yapılacak üç beş tadilatın talimatını veriyorum. Bu noktadan sonrası, aileme ve az sayıdaki yakınıma taşınacağımı beyan etmem. Bu vesileyle: “Yapı Kredi ile Akbank arasındaki yokuşta Mayıs ayında gördüğüm bir ev vardı ya o hala boştaydı, onu tuttum. Taşınacağız” diyorum, Sarı’ya. Ona hammaliye görevini yıktığımı biliyor. Kırık koluma hafifçe sırıtarak bakıyor yine de bir şeyler demezden evvel bir süre öylece sessiz duruyor. Evin yerini yurdunu, konumu itibariyle tehlikeden ırak olup olmadığını ve bunu yapmama finansal manada değdi miyi mühendis kafasında teknik analize tabii tuttuğunu anlıyorum. Risk hesaplamaları bitince şayet kararımı beğenmemişse beni aklı sıra disiplin kuruluna sevk edecek… Ancak onun mantıklı tepkilerinin hiç birisini umursamayacağımı da peşinen biliyor. Ona göre ben dik kafalı, bir çetin cevizim. Kızıyor ama onunla aramızda garip de bir bağ var. Ne kadar yaşanmışlığımız olduğundan tamamen bağımsız bir bağlılık ve sevgi geliştirmişiz. Birlikte çok güzel ve çok samimiyetle gülüyoruz. Ve ben, akıllıca  ve candan bir şekilde beraber gülebildiklerimi kalıcı bir şekilde kalbime alıyorum. Orası da pek kalabalık bir yer değil zaten… Sarı sessizliğini bozup: “Giriş katı sıkıntılı olur, neden kendi evine geçmedin?” diye soruyor. “2021 Ekim ayında gerisin geri evime dönmeyi planlıyorum, kiracıyı da şimdiden uyardım, anlaştık, çıkacak” diyorum. Bendeki uzun vadeli plan kafasına da bir yıl içinde iki defa taşınacak olmamıza da şaşırsa da uzatmamak için ses etmiyor. Ona bakıp: “Babam da aynen böyle yapardı” diye düşünüyorum. İnadım tuttuğunda veya bir şeye körü körüne saplandığımda sadece: “Peki, öyle olsun bakalım aptal” derdi ki ben o saplandığım yerden kendi rızamla çıkabileyim. Aksi takdirde, işin çok uzayacağını ve bana höt zöt’ün asla yaramadığını çok iyi bilirdi. Şimdi düşünüyorum da belki de ben, burnunun dikine giden gerçek bir aptaldım ve o, her zaman bana inatla “Aptal” diyerek gerçekte kim olduğumu hatırlatmaktan daha fazlasını yapmamıştı, kim bilir…

 

Ertesi gün. Sarı’nın arabasındayız. Beni Florya tarafına bir yere, evin perdelerini seçmeye götürüyor. Hiç bilmiyorum oraları…Florya’ da beni terk etse eve geri dönüş yolunu bulmam bile mümkün değil. Zaten yer yön duygum çok zayıf…Yine de keyfim çok yerinde bu Florya cenahlarında çünkü tepemizde uçaklar var. Arkada oturan Kurabiye Canavarı’na: “Görüyor musun?” diye sormak istercesine, dikiz aynasından kaçamak bir bakış atıyorum. Sarı onun bizimle olduğunun farkında bile değil… Kurabiye Canavarı ise keyifle tıkınıp, şehla gözleriyle uçaklara hayranlıkla bakıyor. Küçükken, Gümüşsuyu’nda evimizin balkonunda otururken de uçaklar geçerken aklımı bozacak kadar mutlu olurdum. Bizim Mutlu Apartmanı’nın çatısına konacaklarını, inen yolcuların bize yemeğe davetli olacağını hayal ederdim. O kadar kişiyi nasıl ağırladık, ne ikram ederdik, evimizin boyutları veya maddi gücümüz tüm bunlara el verir miydi hiç ama hiç düşünmezdim. Bir şeyi istersem onun bir şekilde olacağına inanmak isterdim çünkü… Uçaklar tepemizden vızır vızır geçerken, Kurabiye Canavarı’nın da benim de gözlerimiz Sarı’nın fark etmediği bir muzırlıkla parlıyor. Uçakların alt kısımlarına yani göbeklerine, burunlarına ve kanatlarına bayılıyorum. Birinci sınıf seyahatin öndeki kocaman koltuklarda, yatarak ve şampanya eşliğinde filan değil bilakis kanat üzerinde, bulutlara değerek ve içlerinden şeffafmışçasına geçerken, çikolatalı süt içip, sınırsız tereyağlı kurabiye yiyerek yapılacağına inanıyorum. Uzun saçlarımı keyifle rüzgâra doğru salıyorum, son 3.5 yıldır belki de ilk defa bu denli hür hissediyorum… Kurabiye Canavarı ise aşağıda, kendi göbeğini uçağın göbeğine dayayarak, uçağın gövdesine sımsıkı sarılmış halde, başı tersten aşağıları şaşı gözleriyle izleyerek, akıl kışkırtan, masmavi bir heyecan yaşıyor. İçeridekiler ise zinhar bizim farkımızda değil. Bu sadece Kurabiye Bey’le benim sırrımız… “Sen araba kullanmayalı ne kadar oldu?” diye sorarak, Sarı tüm hayalimin içine ediyor. Toparlanıp, bir an için düşünüyorum. Çok rahat üç yıl olmuş… O kepazelik yaşandıktan sonra nakde ihtiyacım olabileceğinin bilinciyle hızla arabamı satmışım. Kızımı alışık olduğum standartın altında yaşatmayı ne kadar arzu etmiyorsam, 22 yaşımdan bu yana ailemden tek kuruş almaksızın hayata tutunma alışkanlığımı da bu durum dahilinde değiştirmek zorunda kalmak istemiyorum. Lea’nın babası ise yalandan üç beş pişmanlık ifade ettikten sonra bendeki tavizsiz duruşun değişmeyeceğini anlamış ve aklı sıra beni dize getirmek için parayla terbiye yoluna gitmiş… “Aç koyarsam, it gibi ayağıma gelir, hele de çocuk olduktan sonra benden asla vazgeçemez” diye varsaymış. Bu hastalıklı zihniyet dahilinde beni doğuma da bir piç misali yollamış; herhangi bir ihtiyacım olup olmadığını sormadığı gibi çıkışta da bir papatya bile yollamamış. Ben de işin gerçeği hiç kimseden hiç bir şey istememişim. Ne kapıya bebeğin ismi, ne odaya bir loğusa şerbeti, ne gelenlere ikram edilecek bebek çikolatası hatta daha da ilerisi, ne de tek bir ziyaretçi… En beteri de doğurmak istememişim. Kızımla ne yapacağımı hiç bilememişim. Ben bir karar verene, biraz kendimi toparlayana kadar öylece içimde oturmasını istemişim. Ancak öyle olamamış tabii ki… Sıkılmış ve yanıma gelmek istemiş… Kim bilir belki bana yardımcı olabileceğine inanmış… Ben ise duygusal olarak ona çok hazırlıksız yakalanmışım ama karşı koyacak hiç bir şey de yapamamışım… Doğum öncesi veya sonrası zerre kadar ağrım olmamış. Dünyanın en kolay, en acısız, en rahat sezeryanını olmuşum ve akıllara şayan bir şekilde, 1 saat içerisinde de yataktan kalkmışım fakat kalbim çok ama çok kötü acımış. Kalp acısı anlatılabilir bir şey olmadığı için adam gibi derdimi ifade de edememişim… Ağabeyim ben doğuma gitmeden evvel gelip, sıkı sıkıya elimi tutmuş. Annemi, babamı, bakıcımı odadan çıkartmış, benimle baş başa konuşmak istediğini söylemiş. Herkes gidince, hayatımızda ilk defa bana tüm duyumsadığı sevgiyi hiç saklama gereği duymaksızın ve gözleri iri iri yaşlarla dolu bir şekilde: “Sen bu ailenin medarıiftiharsın. Benden hiç bir bok olmadı ama sen, inan bana gerçek bir Kraliçe’sin. O adamı hapisteyken bile terk etmedin. Ailesi yanına uğramadı, aramadı sormadı, parasının üstüne çöktü ama sen tüm aileni, arkadaşlarını karşına alma ve o adamın ahlaksızlığıyla yaftalanma, itibarını kaybetme pahasına bile onu asla satmadın. Aile servetinden tek bir kuruş kullanmaksızın kendi üretinle bilmem kaç ceza avukatını ve bilişimciyi sadece sevdiğini kurtarmak için seferber ettin. Tek bir kapalı veya açık görüş kaçırmaksızın, sızlanmadan aylarca hapishaneye, mahkemelere gittin geldin. Yıllarca omurgalı bir şekilde sevdin. Senin gibi bir kadın tarafından sevilmek, senin sadakatine nail olmak bir erkek için ödüldür. Sana ne yapmış olursa olsun asla unutma, bu hayatta seni hiç ama hiç bir şey yıkamaz kızım… Yeğenime, bir erkek gibi soyadımızı vereceksin, seninle gurur duyuyorum, sen asla yalnız değilsin ve bir gün, seni çok doğru bir adamın sevip, sahipleneceğini de adım gibi biliyorum. Göreceksin, zaman halledecek… Bitti artık, hepsi geçti, sakın üzülme” dedikten sonra, hüngür hüngür ağlamış. Ben onun elini kanırtarak sıkmışım ama onunla birlikte ağlayamamışım. Gözümden tek bir damla yaş gelmemiş. O ise bana sarılmış ve katılarak ağlamaya devam etmiş. Sonra saat 15:40 olmuş ve beni ameliyathaneye götürmeye gelmişler. Sedyede doğrulmuşum. Yatarak, teslim olmuş, kontrolü kaybetmiş bir şekilde doğuma gitmek istememişim. Annem beni odadan çıkmadan önce öpmüş: “Korkma sakın, seni çok seviyorum” demiş. Babamı kapıda göz yaşları içinde görmüşüm. “Seni çok seviyorum aptal” diyerek ellerimi tutup, bir bir öpmüş. İşte o an daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamışım. Kim bilir belki de aileme ve kendime tüm bunları yaşattığım için gerçek bir aptalmışım…

13 Kasım 2020. Eve taşınmışız. Sarı, bendeki muazzam süratli kutu boşaltma ve insan ötesi performansla her şeyi yerleştirme ve düzenleme kabiliyetine inanamamış. Akşam beni bir arkadaşıyla birlikte Papalina isimli bir restorana yemeğe götüreceğini söylemiş. Ataköy civarındaymış… Bana göre hava hoş çünkü gideceğimiz restoranı da Ataköy’ü de pek bilmiyorum. Sarı sayesinde Florya’sı Ataköy’ü sürekli yepyeni bir yerler görüyorum… O bu akşamki yemekte yeni evimi kutlamak istiyor, arkadaşı onun yaklaşmakta olan doğumgününü, ben ise sanırım her ikisini birden… O yüzden işimi çabucak bitiriyorum, üstümü bile değiştirmeksizin paldır küldür gidiyoruz. Gece çok keyifli, çok güzel muhabbet var, gülüyorum ve onlar da epey içiyorlar. Ben ise çok yorgun olduğumda içmeyi hiç sevmediğim için Coca Cola kutusuyla oyalanıyorum. Çıkışta, Sarı arabayı kast ederek bana: “Kullansana” diyor. Emrivaki yaptığının da gayet iyi farkında. “İstemiyorum, çok uzun zaman oldu, hazır hissetmiyorum” diyorum ama o çoktan sağ tarafa geçip, oturmuş bile. Koltuğunu iyice yatırıp, uyuma pozisyonu alıyor. “Yolu şaşırıp, Yeşilköy tarafına filan dönme sakın” diye uyarıyor. Kemerimi takarken: “Yeşilköy de neresi acaba?” diye düşünüyorum. Bir kaç gün içerisinde Florya, Yeşilköy, Ataköy gibi ne kadar çok farklı semtle haşır neşir olduğumu düşünüyorum. Aklımdan acaba buralara muhtar mı olsam, hem Kurabiye Canavarı da seçim çalışmalarında adaylığımı parlatmam için kapı kapı gezerek, benim adıma kurabiye dağıtmak suretiyle yardımcı olur diye hayal ediyorum. Sonra bir an için Sarı’ya bakıyorum, belki göz göze geliriz de arabayı benden alır diye umuyorum fakat onun çoktan bu ihtimali yok etmek için yalandan gözlerini kapattığını, beni kullanmak zorunda bırakmak için uyuyor numarası yaptığını görüyorum. Canım sıkılıyor. Mecbur bırakılmış vaziyetteyim. Arka tarafa bir göz atıyorum. Kurabiye Canavarı tıkınarak gülümsüyor ve:” Yapabiliriz, hadi” diyor. “Homini gırtlak yeyip, öylece otururken söylemesi kolay tabii…” diye tersliyorum onu. Umursamıyor ve hom hom sesler çıkartarak kurabiye tıkınmaya devam ediyor. Bir süre öylece arabanın içinde çekimser ve hareketsiz de kalsam sonunda iş başa düşüyor ve hareket ediyorum. Bir anlık bocalamanın ardından, herşey eskisi gibi… Gece araba kullanmaya Bilkent zamanından alışkınım. Cuma okul çıkışı arabaya atlayıp, İstanbul’a tek başıma sürüyorum. Eve uğramadan, kimseye merhaba demeden, direkt klübe dans etmeye gidiyorum. Sabaha karşı da ağabeyime haber veriyorlar. Beni gittiğim yerden toplamaya geliyor. Asla rahatsız edilmiyorum çünkü herkes onun kardeşi olduğumu, tek istediğimin de kendi başıma dans etmek olduğunu biliyor. Gece vakti kulüpten, bardan tanışılacak bir adamdan zerre kadar hayır gelmeyeceğini kanıksayacak, bilecek kadar da ağabeyim tarafından erkekler hususunda titizlikle eğitilmişim. Araba kullanmayı da benzeri bir şekilde, korka korka ondan öğrenmişim. Her şeyi; bisikleti, motoru, tekneyi, arabayı mahir bir şekilde idare edebilen ağabeyimden… Garip sınavlara da tabi tutmuş beni; tüm sokağı arabayla boydan boya, tek bir defa duraksamaksızın, geri geri gitme zorunluluğunda bırakmak gibi… “Geri gidemeyen, manevra yapamayan, anahtarı karşısındaki sürücü erkeğe düşkün bir şekilde uzatıp, yardım isteyen aciz kadın olmayacaksın!” demiş. “Olsam ne olur ki?” diye soramamışım bile… Aklımdan geçirmişim ama asla sormamışım. Kafamı kırmasından korkmuşum. Sarı, bir süre sonra yattığı yerden dikilip esasında hiçte uyumadığını kanıtlarcasına: “İki ayakla mı kullanıyorsun sen?” diye soruyor. Gülümseyip, hiç cevap vermiyorum. Evet, iki ayakla kullanıyorum… Merakla ayaklarıma doğru eğilip, dikkatle bakıyor; sol ayağımla fren yaparken nasıl o denli yumuşak ve kontrollü olduğumu anlamak istiyor. Ardından da: “Her şeyi mi garip olur bir insanın ya?” diye söyleniyor. Sonra bir anda, kendisini tutamayıp: “Erkek işleri de böyle arabaya binmek gibi biliyorsun değil mi? Nasıl oturduğun anda eskisi gibi iyi araba kullanabildin, birisine güvenip kapını aralarsan, onunla da sonuna kadar mutlu olacaksın” diyor. Yine hiç cevap vermiyorum. Görüşlerine saygı duymadığımdan ötürü filan değil… Onunla erkeklere bakış açımız çok farklı olduğu için… Benim birisini beğensem, sevsem bile ona sokulmam, onu kabul etmem için çok güvenmem ve o kişi tarafından sahiplenilmem gerekiyor. Sarı ise daha duygularına tabi… İkisi birbirinden çok farklı yaklaşımlar ancak birisi bir diğerinden daha üstün de değil… Onun son erkek arkadaşını adaya, bana tanıştırmak üzere getirişini hatırlıyorum, sessizce sürerken… Adamla ilgili hissiyatım baştan itibaren zerre kadar olumlu olmadığı için o buluşmaya, sırf adamı sınamak için şıpıdık bir çift terlik, salopet ve sıkı sıkıya örülü saçlarla, son derece sıradan bir mangal alanına yemek yemeğe gitmek istediğimi söyleyerek, iştirak etmişim. “Bakalım daha kocaman bir şeylerle hava atmak, manasızca etkilemek isteyecek mi ve dahası gıyabımda da ne yorum yapacak?” diye içimden geçirmişim. Sarı, adamın arkadaşlarının ona benim kimin kardeşi olabileceğimi söylediklerinden bahsettiğinde ise :” Şayet beni ağabeyimle aynı kefeye koyacaksa, ben bu görüşmede bulunmak istemiyorum” demişim. Sarı bendeki domuzluğu dört dörtlük bildiği için telaşla: ” Hayır canım, ne alakası var?” diye tedirginliğimi geçiştirmeye çalışmış. Yarım saat sonra da sevgilisi, zil zurna sarhoş bir biçimde yanımıza gelmiş. Ben gördüğüm manzaradan çok ama çok rahatsız olmuşum çünkü bir erkeğin kontrolsüzce içmişinden oldum olası nefret ediyorum. Etmemem de mümkün değil zira ağabeyim yıllarca La Paix’si, Balıklı Rum’u tedavi görmüş, tescilli bir alkolik ve bipolar. Hayatımın bir kısmı, oralarda onun toparlamasını bekleyerek, umarak geçmiş. Kısaca korkmamam, rahatsız olmamam mümkün değil. Zaten kim ilk tanışacağı insanların yanına küfelik gelir ki? Sarı’yı adamın sarhoş olduğu ve ölçüsüz davranabileceği konusunda daha görür görmez en baştan uyarmışım: “Herkes alınacak olan eti eşit şekilde ödesin, mangalı da zira yanlış bir laf ederse, ben kırılırım, ilk günden küslüğe mahal vermeyelim lütfen” demişim ama adam 40 yıllık kasabımızda boş konuşma diyārının başkanı kesilip: “Zeynep’lere yaptığınız özel fiyatlardan olsun” diyecek kadar saçmalamış. Kasap bizimle olan tanışıklığına hürmeten ağzını açmamış, ben ise yerin dibine batmışım. Sarı ise bu denli hızlı haklı çıkmamdan rahatsız olsa da durumu asla kontrol altına alamamış. Adama ayar verememiş… Adam gittiğimiz yerde, tüm gece boyunca tam bir gebeş misali oturup, bütün gece et pişirmek suretiyle onlara hizmet eden bana kalkıp, tek bir defa el vermediği, yardım etmediği gibi, Gargantua misali tıkınıp asla tek bir teşekkür de etmemiş. Benimle tek bir kelime konuşma açma gereği duymamış, ben de nezaketten zerre kadar kâm almamışla sohbet etme isteğini hiç duyumsamamışım. En son bardağı taşıran hareketi: “Masayı et donattım, doymadınız mı?” diye sormak olmuş. Tek bir lokma yemeyerek ne denli isabetli bir karar verdiğimi düşünüp, durmuşum. Sonra bir anda bana dönmüş ve: “Bir arkadaşımız geliyor, mahsuru yoktur umarım” demiş. “Artık kendisini çoktan çağırdığınıza ve bu da sadece bir beyan olduğuna, benim fikrim gerçekten alınmadığına göre yoktur herhalde…” diye sinameki bir cevap yapıştırmışım. Hiç uzatamamış. Arkadaşı nezaketle gelmiş, adamı ise daha masaya oturur oturmaz, bir balya para olarak konumlandırarak, öyle lanse ederek, aklı sıra bize cazip kılacağına, hava atacağına inanmış. Ağabeyimin deyimiyle, ağ atmış kısaca… Maddi imkâna tav olup, oltaya gelecek kadar ucuz, düşkün ve basit olduğumuza inanmış… Hal böyle olunca ben de kafamı çevirip, adamla tek bir kelime konuşmamışım çünkü benim nazarımda para, son derece değersiz ve sadece harcanabilir bir şeymiş. Oysa ki insanoğlu harcanmaması bilakis kıymet bildirilmesi, değer gösterilmesi gereken bir varlık olduğu için bile isteye konuşmamayı seçmek, o değersizleştirme politikasına alet olmamak için gökyüzüne, yıldızlara, havalara filan bakmışım. Adamcağız sohbet olsun diye bir şeyler demiş… Esasında hepsini ama hepsini, dediği her şeyi duymuşum. Dahası, başımı ondan yana çevirmediğim halde, çakıl taşlı olan satıha plastik sandalyesini dengeli bir şekilde oturtmak için kaç kesin hamle yaptığını ve sadece güvenirliğinden emin olduktan sonra o sandalyeye oturmayı tercih edecek kadar sağlamcı birisi olduğunu da gözlemlemişim. Yine de bunları hiç görmemiş, onu hiç duymamış, hiç fark etmemiş gibi davranmak durumunda kalmışım. Yaptığımın karşı taraftan anlaşılmayacağını, bir anlamda kabalık olarak yorumlanacağını bilsem de sarhoş arkadaşının ucuz oyununa yem olup, diyalog kurarak kepaze olmayı istememişim. Sarı’ya da bu ciğersiz herife verdiği paye için kızmışım, tıpkı bir zamanlar benim başka türlü bir edersize değer verdiğim gibi aptal yerine konulduğunu, kıymetsizleştirildiğini ve bunu hak etmediğini düşünüp, canımı oturduğum yerde fena halde sıkmışım. Sonra olan biteni Burgazada tarafından gözleyen amcam sanki bir an için bana doğru eğilerek kulağıma: “Hep dediğim gibi güven kaybedeceğine, zaman kaybet” diye fısıldamış. Onu gören babam da Kınalıada’danın çöp iskelesine doğru olan sularını kabartarak bana: “Kalk artık şu masadan aptal, bırak arkandan ne isterlerse atıp tutsunlar, sen dert etme, nasıl olsa bu her zaman yaşadığın bir şey, zaman her seferinde olduğu gibi senin dürüstlüğünü, haklılığını ve güvenilirliğini bunların hepsine teker teker kanıtlar ama sen şimdi burada kalmakta ısrarcı olursan kendi nüvene aykırı davranmış olursun!” demiş. Babamla amcama hak verip, tek bir saniye sektirmeksizin, masadakilere tanıştığımıza ve beraber zaman geçirdiğimize teşekkür ederek ve az sonra gıyabımda sallanacak olan hiç bir olumsuz lafa da aldırış etmeyerek, fırlayıp evime gitmişim. Yolda da can sıkıntısıyla düşünmüşüm: “Belki de her şeyi, muazzam bir süratle, en ince ayrıntısına kadar tartan ve bu denli detaycılık içinde duyguları, yanlış anlaşılmalar ve hayal kırıklıklarıyla harcanarak sadece ama sadece kaybolan, boğulan, anlaşılamayan, sürekli de garipsenen gerçek bir aptalım kim bilir…” diye. Tüm bunlar aklımda dönerken, Bebek’e annemin evine varmışız bile… O gece son bir kez daha orada uyuyup, ertesi gün yeni bir hayata başlayacağım. Arabadan inerken, Sarı direksiyona çoktan geçmiş, arkamdan tüm mahalleye duyuracak şekilde bar bar sesleniyor: “Kraliçemmmm, o kapıyı arala artık lütfen! Bırak atlılar girsin içeriye!” diye. Densizi hiç işitmemişim gibi davranıp, cevap veya tepki vermiyorum. Kibarca el sallayıp, uzaklaşmasını gözlerken ise esasında onu dibine dek duyduğumu kanıtlarcasına köşkün ana kapısını başıma gelen onca rezil şeyden sonra ilk defa yarı aralık bırakarak, usulca içeriye giriyorum. Kimin, ne zaman, hayatıma nasıl geleceğini hiç düşünmeksizin sadece o her kimse, onun bana gelirken geçeceği yolu bir nebze aralayıp, kendi hayatımın içlerine doğru seyirtiyorum. Gelirse, cesaret ederse beni kurabiye filan tıkınırken bir şekilde bulur zaten diye inanıyorum. Kendi kendime: “Gerisini zaman halleder, edecektir… ” diyorum ve aralık olan ana kapıya göz attıktan sonra evin kapısını örtüyorum.

Not:  İlk resim taşınma günü ve duygusu da tamamen: “Boş odalar, yeni hayatlar” İkincisi, 27.12.2017, doğuma son 1 saatim kalmışken… Araba konusuna gelince, Aralık 2020’de yeniden aldım. Sarı bayram sevinci yaşadı fakat kullanıyor muyum diye sorarsak, samimi yanıtım mecbur kalmadıkça, hayır olur. Sanırım ben artık şöförle gezme aşamasına gelmişim…

gece-surusu-zeynep-bugay-1

 

gece-surusu-zeynep-bugay-3