Gaz Yağı

2016 yılı. Linate Havalimanı. Napoli uçağı kuyruğundayız.  Birazdan biniş saati gelecek ve bizleri içeriye alacaklar. İleride kızım Lea’nın babası olacak olan sevgilim ve çocukluk arkadaşım, her zamanki gibi giyimi kuşamı, tazı zerafetindeki dik duruşlu bedeni ve şeytan tüylü gülüşüyle etrafı gerçekten yakıyor. Ve kendisine bakan bakana, iş atan atana… Ben ise bile isteye ufka bakıyorum ki gördüğü ilgiyle şımarmak istiyorsa, doyasıya şımarsın ancak şayet gerçek bir beyefendiyse, egosuna gem vursun ve 5 yaşındaki gülücük prens olmaktan vazgeçip, saygıdeğer ve ağırbaşlı bir partner gibi davranabilsin. Kısacası tutumu onunla ilgili kaygılarımı ya besleyecek ya da köreltecek… Bu vesileyle de, vaktiyle amcamın hep tembihlediği: “Erkeğin oynağı, kadının o**spusundan da beterdir, aman evladım uzak durun!” cümlesi aklımda dönüp, duruyor. Saatime bakarken, o bir anda omzuma dokunup, kulağıma doğru eğiliyor ve: “Zeymek Hanım, benimle evlenir misiniz?” diye soruyor. Dona kalıyorum. Doğru mu işittim gibilerinden ona dönüp baktığımda, bana kocaman bir gülümsemeyle sarılıyor ve: “Senin sıradan önüne diz çökmeli bir teklifi, eşek kadar da bir tek taşı sevmediğini bildiğim için böyle sormak istedim…” dedikten hemen sonra: “Elmas sevdiğin için de o hep baktığın armut küpeleri aldım, lütfen pahalı bir şey aldım diye beni parçalama!” diye tedirginlikle ekliyor. Sıra ilerlemeye başlamış, uçağa doğru gidiyoruz. Ben hem mekanik şekilde öne doğru ilerliyorum hem de onun kulağıma taktığı devasa, sallantılı armut şeklindeki üzerinde bilmem kaç elmas olan o küpenin ağırlığı altında ezilip, neye ne yanıt vermem gerektiğini düşünüyorum.  Sessizliğime aklı takılmış olsa gerek: “Hayır demeyeceksin, değil mi?” diye soruyor, kaygıyla…

Gümüşsuyu. Mutlu Apartmanı. 1984 senesi, 5 yaşımı sürüyorum. Üst komşumuz Güler ablanın oğlu Onur ve kemik torbası, kıvırcık lahana saçlı kız kardeşi Gökçe çok fena halde bitlenmiş. Onların karşı kapı komşusu olan Ara Güler ile Onur ile Gökçe’nin anneleri olan Güler ablanın isim benzerlikleri ve burun buruna oturmaları, adı Mutlu olan apartmanımızın 2.katında mafya ofisinin oluşu ve orada, hiçte mutlu olmayan olayların vuku buluşu, İsmail Amca’ların kapıcı dairesindeki 35 metrekarelik yokluğa ve sıkışıklıklarına rağmen 50.50 metrelik Wally Better Place Yat’ta yelken basıyormuşçasına yaşayabildikleri mutluluk ve ferahlık hali, Gümüşsuyu’nun sadece bir semt olduğu zannedilirken esasında fettan, işveli ve çok iyi giyimli bir İstanbul hanımefendisi oluşu, Kabataş sahilinin de sıradan görünümünün ardında dikkatli bakabilenler için suyun içinde insan boyunda büyülü, mor ve fuşya renklerinde bilgelik ve bereket balıklarının yüzdüğü yegane yerlerden bir tanesi oluşu, kuvvetle muhtemel bu bitlenme vakasından çok çok daha önemli idiyse de annem Ayşe Sultan kafamda dolaşan, zıp zıp zıplayan o mahlukatlardan, sirkelerden ötürü delirmiş, bunların hiç birisine değer vermemin bir anlamı olmadığına kanaat getirerek, kafama gaz yağını basıyor. Başım iğrenç kokuyor, kendimden, o kafamdaki kokudan midem bulanıyor. Kokuya had safhada duyarlı olan ben, anneme “Yapma lütfen!” demek istiyorum ama bitliyim ya b*kun tekiymişimceymişçesine, itiraz etme hakkım yokmuşçasına susuyorum. Annem kafama sürdüğü gaz yağını yeterli bulmayıp, beni çat diye kuaföre de götürüyor ve o güzelim buklelerimi, upuzun kıvırlarımı bana hiç sormaksızın kestiriyor. Saçlarım kıtır kıtır kesilirken, çok güzel olan annem tarafından çok fena halde çirkinleştirildiğim, tombi bedenim ve kuş kadar kısa kesilmiş saçlarımla bir kız çocuğundan ziyade Toraman Osman’a benzediğim için üzüntüyle pıtır pıtır ağlıyorum. En kararlı sevgili adayım Kurabiye Canavarı bile kısacık saçlı görüntüm için: “Nasıl desem? Bana benzemişsin sanki…” diyerek, o halin bana hiç yakışmadığını nezaketle ifade ediyor. Ağlıyorum. Pot kırdığını düşünüp, çok üzülüyor. “Biraz kurabiye yesene lütfen, iyi gelir, açılırsın…” dese de ben yatışamıyorum. Üst komşu çocukları bitli Onur ve kemik torbası Gökçe’den başıma gelen tüm bu kepazelik için nefret ediyorum. Ve o gün, bir daha asla kısa saçlı olmamaya, kimseye de rızam dışında saçlarıma dokundurtmamaya yemin ediyorum.

  1. Napoli. Eve yerleşiyoruz. Ertesi gün Capri’ye geçeceğiz ve bir süre adada kalacağız. Ben hala sessizim, evlilik konusunda ne müspet ne de menfii tek bir kelime etmemişim, o da ne zaman rahat hissedersem o zaman bir yanıt vermem hususunda beni rahat bırakmış. Kulağımdaki haddinden fazla gösterişli küpelerden utanarak, onları kasaya kaldırıyorum. “Rüşvet bunlar, aklı sıra ayıplarını örtecek bununla” diye de kendi kendime söyleniyorum. Terasa çıkıyorum, tepeden bakışla Napoli çok güzel; bir nevi İstanbul gibi renkli, karmaşık, çöp içinde, kalabalık, zarif, ihmal edilmiş, gizli saklı köşeleri olan, tarihi ve çokta eğlenceli… Erkek arkadaşım yanıma gelip, ibişin de ibişi görünümde kestirtmem için aralıksız olarak baskı yaptığı, yeri gelince inceden inceye uzun saçlarımla alay ettiği ve özgüvensiz olmama sebebiyet verecek şekilde, kıyın kıyın nasıl da o saçlarla güzel gözükmediğimi telkin ettiği, sonunda da tıpkı 5 yaşımdaki gibi kısacık kestirmek zorunda kaldığım saçlarımı adeta bir oğlan çocuğunu okşar gibi top biçimli kafama bastıra bastıra, vurarak seviyor. Onun bana kadın yerine bir oğlanmışım muamelesi yapmasından, üzerime kurduğu baskıdan, ne yaparsam güzel gözükeceğimi söylemesinden, dişiliğimi bitlendirmesinden nefret ediyorum. Kısa saçlarımla zinhar mutlu değilim. Niye ona bu payeyi verip, saçlarımı kısalttığımı da tam olarak bilmiyorum. Beni kendi eksik ve ayıplarını kabul edip, telafi etmek yerine değersizleştirip, canının çektiği şekle sokmasına, zamanında annemin yaptığı gibi saçıma, bedenime, ruhuma gaz yağı dökmesine çok içerliyorum ve ondan bu empati noksanı, odun tavrı sebebiyle nefret ediyorum. Belki de zaten son zamanlarda ondan farklı farklı sebeplerle çok sık nefret ettiğimi hissediyorum ve sık sık da çekip gidiyorum… Öyle zamanlarda ise ağzımdan giriyor, burnumdan çıkıyor, bir şekilde 40 takla atıyor ve aşırı affedici olan, fuzuli sabırlı benim, kararımdan geri durmama sebep oluyor… Ancak o ne yaparsa yapsın, tüm bu debdebe içinde sevgim ölmeye, onun bendeki sureti de soluk griye çalmaya başlamış. Onu ilk gördüğümdeki gökkuşağı artık hiç belirmiyor. Çocukluk anılarımız kırpılmış kuşa dönmüş, masumiyet desen almış başını gitmiş. Kısacası, bendeki sinamekilik, tafra, tedirginlik, soğukluk hiç birisi sebepsiz, kadınsal anlamsız kapris filan değil. Zaten kapris mapris yapmayı seven birisi asla olmamışım… Dırdır ve vıdı vıdı edilen bir ilişki içinde olmak istemediğim için her zaman düz, dürüst, öz ve net konuşmuşum. O ise son zamanlarda çiğlikte çığır açıp, denilenleri duymazlıktan gelmeye ve yanlış olan her şeyi de bu sayede yedirip, yutturabileceğine inanmış. Ben her ne kadar sabah akşam aynı konuyu açmasam da beni aldattığından adım kadar eminim. Şimdilik bunu kanıtlayamasam da ölümüne seziyorum… Ayrıca, aklıma koymuşum ya bir kere o yalancı savunma hattını kırmaya, şahsıma bu konuyu her açtığımda edilen hakaretlerin tamamının haksız ve demagoji ürünü olduğunu kabul ettirmeye ve bugüne dek bu ilişki için verdiğim onca emek, ona duyumsadığım bunca fuzuli sevgiye rağmen, onun yalan söylemeyi hak bilen bir şerefsiz, bir uçkur müptelası şahsiyetsiz olduğunu yüzüne vurmaya, asla maksadım hasıl olmaksızın sahayı terk etmek istemiyorum. Ben böyle bir dolu şeyi aklımdan geçirirken: “Sevgilim, Zeymek Hanım, bir şey demediniz?” diye tedirginlik içinde soruyor.

Hukuki durumu evlenmeye uygun olmadığı için beni nasıl bir tezgahın beklediğini, neye tamah etmemi istediğini ve bunu bana nasıl da bir mükafatmış gibi sunmayı planladığını izah etmesi için: “Bunun nasıl olmasını umut ediyorsun?” diye soruyorum. Bana Türkiye’nin X sehrindeki, ruhu paraya satılık, sahtekarlığa eli alışkın bir nikah memurunun, o yanımda olmasa bile bizim resmi nikahımızı kıyabileceğini, beni oraya Türkiye’deki adamlarından birisinin götüreceğini, nikah işlemlerinin ardından evlilik cüzdanımızın olacağını söylüyor. Sanırsın benim de tek derdim ruhunu bit basmış bir adamla nikah kıymak… Böylesi ucuzlaştırılmama o denli kızıyorum ki onu ince uçlu kılçık tabancasıyla 567 yerinden deştiğimi hayal ettiğim halde son derece serinkanlı bir şekilde: “Senin varlık göstermeyeceğin, rızanı sesli beyan etmeyeceğin ve benim kendi kendime orta oyunu sergileyeceğim bir düzenekte, sadece evlenme fikrine tamah ederek nikah kıydıracağıma, ömür billah kız kurusu kalırım çok daha iyi… Haddimi aşmak istemem ama mesela çocuğu da bir sürahiymişimcesine sapını alıp kendime saplamak suretiyle eşeysiz üreme yoluyla yapayım mı hea, ne dersin? Zahmetsiz olur senin için değil mi?” diye domuz gibi bir çehreyle soruyorum. Ağzını dahi açamıyor. “Seninle evlenmeyeceğim. Olur da senden çocuk yaparsam da sadece yaşım ilerliyor ve çok evlat sahibi olmak istiyorum diye bu olacak, eskiden hayalini kurduğumuz gibi aile olamayacağız zira seninle bir gün mutlaka ayrılacağız. Gönül ister ki sen şerefli davranıp, ayıbını, beni, onurumu ve zamanımı heba etmezden evvel itiraf et, beni aptal yerine koymaya devam etme, bu karanlık tünelin ucunda bir gün ışık olacağına beni inandırıp, kendi bencil düzenini sürdürme pahasına beni kendine bir çocuğu can simidi yaparak bağlamaya çalışma… Küpeleri de geri alabilirsin, teklif reddedildiğine göre iade edip, paranı alman en sağlıklısı olur… Ve aklında olsun, ileride başka bir sevdiğim olursa; beni aldatmayacak, bana benim istemediğim şeyleri asla yapmayacak, beni olduğum gibi canı gönülden sevip, kabullenecek, sürekli şeklime şemalime karışmak yerine her bir zerremi onurlandıracak birisi, işte o zaman ne yaşamış olursam olayım, ne denli kırılmış olursam olayım ömür boyu ona ait olmak için tüm korku ve kaygılarımı bir kenara bırakıp, onunla mutlaka evleneceğim” diye de ekliyorum. “Ağır konuşuyorsun, ben seni aldatmıyorum, sen yine o hasta kafanda kuruyorsun, kendi kendine dediklerine inanıyorsun… Nasıl yani ‘Küpeleri alabilirsin’? Evlenmeyecek miyiz biz, hep istediğimiz şey bu değil miydi?” filan diye gevelese de ben uzatmasına hiç izin vermeksizin, içeri geçip, onu yalnız bırakıyorum. Nasıl o beni ilişkide kuruntu ve korkularımla bir bitli, bir b*klu misali yapayalnız bırakıyorsa, ben de onu sahte ve samimiyetsiz duygu dünyasıyla baş başa bırakıyorum.

2003 yılı. İstanbul. Kuzguncuk. Berk cinnet geçiriyor. O sakin, şakacı, pamuk gibi balık burcu adam gitmiş yerine adeta bir köpek balığı gelmiş. Bir arkadaşının bana olan ilgilisini sezmiş ve delirmiş. “Ne dedi o i*ne sana?” diye korkunç otoriter bir şekilde beni kenara çekmek suretiyle, o adamı gebertmek adına gerekli tüm doneyi almak istiyor. Tek kelime eksik söylesem, muazzam bir kılıç ustası olan Berk’in beni Katana’yla gözünü kırpmaksızın doğrayacağını ve sonra da hapishanede süper lüks koğuş düzeni tesis edip, hiç söylenmeksizin mapus yatacağını biliyorum. “Seninle mutlu olup olmadığımı sordu ansızın, sohbet ederken” diyorum. Gözümün içine dik dik bakıyor. Ben de sen olmadığında çok mutsuz ve eksik hissettiğimi söyledim. “‘Bunları konuşmam da yerinde olmaz, sizinle böylesi bir yakınlığımız yok, Berk’i gücendirir veya kızdırır bir pozisyona düşerim, müsadenizle…’ diyerek yanından ayrıldım” diyorum. Hiç düşünmeksizin: “Saçından bir parça kes, bana ver” diyor. Bir nevi sadakat testi ve onur kırma geleneği…Gıkımı çıkartmıyorum. “Git katananı getir, elinle kes o zaman!” diyorum gözlerinin içine aynı şekilde dik dik bakarken… 3 dakika sonra belime kadar olan saçımdan bir karış kadarını pat diye kesip, çöpmüş gibi, yaptığını da yapmaya hakkı varmış gibi yere atıyor. Arkam dönük, sessizce bir çocuk gibi ağlıyorum. O saçları bitli, çirkin, erkekleştirilmiş Zeynep’im yine… Yerdeki saçlarım sanki pis gaz yağı kokuyor… Ona yalan söylemediğimi, en ufak bir yanlışım olmadığını bildiği halde kıskançlığına gem vuramadığı ve kadınına da göz dağı vermek istediği için bunu yapıyor. Kurabiye Canavarı da o esnada yanımda. “Ağlama, aşık bu salak sana! Aşktan ötürü böyle saçmalıyor hem kökü de sende, hızla uzar, al biraz sakızlı kurabiye ye, acın hafifler belki…” diyor. Daha da beter ağlıyorum. Kurabiye Bey ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyor. Ben de o küstaha aşığım ama bu yaptığı saçmalıktan sonra zıpkınla o gerizekalı balığın alnının tam ortasından onu vurmak da istiyorum. Yüzüne bakmıyorum. Onunla kavga etmek istemiyorum fakat onurum çok kırılmış. Küsüp, çekip gidiyorum. Beni asla durduramıyor, başının benimle bu aptalca hırsından ötürü çok büyük belaya girdiğini de it gibi biliyor…

3 gün sonrası… Fındıklı, Timsah Sokak’tayım. Amcam beni arayıp, atölyesine çağırmış. Çok canım sıkkın olduğu halde onu görecek olduğum için garip bir mutluluk duyumsuyorum. Olan biteni ona anlatmak, fikrini almak istiyorum. Berk’i tanıyor ve çokta seviyor. Tabii yeğeninin saçını koyun kırkar misali kesip attığını duysa ona ne yapmayı uygun görür bilmiyorum. Berk ise son 2 günlük süre zarfında neredeyse 2000 arama yapmış ve 5000 adet de özür mesajı atmış. Hepsini sükunetle okuyup, ağlayıp, bakla misali evde şişiyorum… Kapının önüne geldiğimde ise şaşkınlıktan kaskatı kesiliyorum. Berk’in siyah askeri model cipi amcamın atölyesinin oraya park etmiş. Arabasına sıkıntıyla bakıyorum. Arabası da bana “Hadi ama çok pişman, özlemediniz mi birbirinizi?” gibilerinden kara kocaman gözlerini dikerek, anlamlı bir şekilde bakıyor. “Özlemedim!” diye tafrayla omuz silkiyorum. Araba bana inanmamış, bembeyaz dişlerini gösterek, müstehzi bir şekilde: “O zaman içeri girip, onun gözünün içine baksana…” diyor. 3 gündür kaçındığım ve o 3 günü de kendi zaman algımda 30 yıl misali uzun ve çileli yaşadığım o adam, amcam tarafından ikimiz buluşturulmak üzere o gün, oraya çağrılmış. İçeride beni bekliyor. İçeri girmesem, hemen şu an eve dönsem amcam gönül koyar, bunu asla göze alamam. İçeri girsem, Berk’i görsem, gözüme baksa gönlüm kabarır bunu da göze alamam. Öylece kararsız Kazım misali ne yapacağım diye düşünüp dururken, amcam pat diye kapıyı açıp: “Gel bakalım güzel yeğenim, seni bekliyorduk biz de… ” diyor. Önüme bakarak, sessiz bir şekilde içeri giriyorum. Berk ayağa kalkıyor. Mahçup ve sevgi dolu bir sesle: “Zeynep’ciğim merhaba, hoş geldin” diyor. Yüzüne bilhassa da gözlerine hiç bakmaksızın: “Merhaba… ” diyorum, ben de. Bir sessizlik oluyor. Sonra amcam: “Erkekler kıskanınca saçmalar, hoyratlaşır ve aptalca şeyler yapar güzel yeğenim… Yaptığına bahane değil ama bu adam da kıskanıp, senin saçını kesmiş. Anlattı, çok pişman ve senden özür dilemek istiyor. Bırak özrünü dilesin ama sen tabii ki onu kuru kuruya affetme. Bak ben senin için biraz olsun soğusun diye ne düşündüm…” deyip, kötü tipli, siyah renkli bir erkek tarağıyla, gaz yağı ve pamuk çıkartıyor. Vaktiyle 5 yaşında gaz yağından nasıl iğrenip, ağladığımı bildiği için bu saç mevzusunda böylesi bir şeyi akıl etmek onun için hiç zor olmamış olmalı… Ardından da dönüp, Berk’e: “Aç bakalım saçlarını, Zeynep senin lepiskalara neyi uygun görüyorsa onu yapsın oğlum” diyor. Berk hiç itirazsız, o güzelim Samuray misali topladığı uzun, gür, düz, kara saçlarını açıp, arkası dönük bir şekilde önüme çöküyor. “Zeynep beni affet, seni çok seviyorum. Yaptığımın saçmalıktan başka bir izahati yok, çok özür dilerim” diyor. Hiç sesimi çıkartmıyorum. Elime pamuk alıp, gaz yağına banarak ve duyumsadığım o kokudan midem öğürecek kadar bulanarak, onun o güzelim saçlarını leş kokutmak suretiyle elimdeki gazlı pamukla pisletiyorum. Her yerine iyice yayılsın diye de üzerine tarıyorum. Amcam beni ve onu izleyip, kıs kıs gülüyor. Berk ise kurbanlık koyun misali hiç ses etmiyor. Bir süre sonra hıncımı aldığım, ödeştiğimiz hissiyatına kapılıp: “Yeter sana bu kadar” diyorum. “Derhal yıkanmam lazım” diyerek gülüyor ve ilk defa göz göze geliyoruz. Amcamın gözü önünde o iğrenç kokan kafasına rağmen bana kocaman sarılıp: “Beni bırakacaksın diye aklımı oynatıyordum…” diyor. Ben ise:  “Saçına sürdüğüm gaz yağı şayet kafa derine değdiyse yakında zaten oynatırsın… Ayrıca, o koku geçene kadar da bana asla dokunamazsın! ” diyerek, ondan uzak duruyorum. Amcam: “Hemen gidin de yıkansın adam” diyor. Amcamı sarılıp, öpüyorum. Berk de onun elini öpüyor ve biz el ele atölyeden çıkıyoruz. Arabasıyla da binerken göz göze gelmemeye çalışıyorum ki az önce yaptığım tafrayı çok hızlı yalayıp yuttuğumu askeri bir havayla ve simsiyah bir gülümsemeyle kafama vurmasın…

Devam eden 3 hafta boyunca Berk Roma Hamamı’na bile gitse, artizan parfüm çeşmelerinde boy abdestine bile yatsa “O koku hala geçmedi” bahanesiyle kendime asla dokundurtmuyorum. Aklını bozuyor. Onun o çocuk gibi kıvranan, bir yol arayan haline kendisi dahil herkes gülüyor. Ben en başta olmak üzere tabii ki… Bu, bizim 6 yıllık birlikteliğimizde birbirimize dokunmaksızın durduğumuz en uzun yegane süre… 3 haftanın sonunda ise Berk beni bitli, b*klu, tipli, tipsiz, kılıklı, kılıksız, güzel, çirkin her zaman, her şekilde, saç telimden serçe parmağıma kadar seviyor. “Senin ruhunu seviyorum ben” diye de sürekli olatak kulağıma fısıldıyor. Aralarda, 5 yaşındaki Zeynep de yanımıza uğruyor… Ona büyürken her ne türden bir güçlüğe veya aşağılanmaya maruz kalırsa kalsın kendisini sevip, görünümüne başkalarının fikir, onay, yergi ve yargılarından bağımsız bir şekilde sahip çıkmasını öğütlüyorum. Beni dinlerken kucağında Kurabiye Bey’in ona verdiği bir dolu fındıklı kurabiye ve yer fıstığı ezmesi sürülmüş sayısız dilimdeki ekmeği hapur küpür yiyerek, gülümsüyor. Gümüşsuyu’ndaki evlerinde salonda duran kadife koltuğunu da her yere götürmeyi ihmal etmiyor. En kılıksız, çizgili pijamasıyla onun üzerinde oturmak suretiyle, elini çenesine dayayarak, bu dediklerimi göğüsleyebilir mi ve kendisini her ne olursa olsun sevebilir mi sevemez mi diye düşünüyor. Ben ise ona büyürken bitlenme, saçının rızası dışında kesilmesi, kafasının gaz yağı kokması, aralıksız dayak, tehdit ve aşağılanmaya maruz kalması, defalarca makat kontrolü geçirmesi, şişmanlık, tipsizlik, ölümcül hastalık atlatma, sevgisizlik, ilgisizlik, yalnızlık, aldatılma, maddeten manen sömürüye maruz kalma, defalarca ameliyat geçirme zorunluluğu, ailesizlik, sevdiğini eliyle toprağa verme, çocuğuyla ortada kalma, tehdit edilme, aşağılanma, iftiraya maruz kalmak gibi her ne türden badire, güçlük, olumsuzluk, zorluk yaşarsa yaşasın bir şekilde korunacağını, hayatta kalacağını ve bir gün, belki de bir gün tekrar sevebileceğini, o yüzden de bu gaz yağı kokan bitli hayattan asla umudunu kesmemesini söylüyorum. Beni duyuyor. Bana inanıyor. Başına geleceklerden çok korksa da gülümsüyor ve Algol’unun karanlık ışığına meydan okuyarak var olmaya, kendi yoluna gitmeye karar veriyor…

“Tüm çile çekmişlere benden selam olsun, ben de sizlerden birisiyim…” Z.B.