Baba
“Baba”
13 yaşlarındayım. Artık Gümüşsuyu’nda değil, Küçük Bebek’te yaşıyoruz. 3 katlı olan evimizin çatısındayım. Ağabeyim bir itlik yapmış… Bugün tam olarak olayın ne olduğunu hatırlamıyorum fakat sonucunu da aklımdan çıkartamıyorum. Babam her zamanki gibi yazı yazmak zorunda, olan biten hiç bir şeyin farkında değil fakat çıkan tatavada ağabeyimin haklı olduğunu sanıyor. Gürültüden sıkılmış…Ağabeyim çok kolay yalan söyleyen bir adam olduğu için babama ayaküstü durumu lehine çeviren şeyler anlatıyor ve babam da bir hışım çatıya çıkıp: “Sen ne yaptın lan?” diye sorarak, sol yanağıma çok sert iki tokat aşkediyor. Çok canım yanıyor. Yüzüne nefret ederek bakıyorum. “Ne bakıyorsun aptal karı?” diyecek kadar ileri gittiğinde ise: “Aptal, kızını korumaktan aciz olan ve oğlu tarafından manipüle edilen sensin kifayetsiz gerizekalı, bu bana ilk ve son haksız el kaldırışındır, ikincisi olmayacak!” diyorum. Bendeki cesaret yüzünden apışıp kalıyor. Haklı olduğumu ve yediği b*kun da çok hatalı olduğunu bana yok yere el kaldırdıktan sonra anladığı için “Sus terbiyesiz!” filan diye yavuz hırsızlık etmeye çalışsa da “Çek git buradan!” diye hışımla çıkışarak, ağzını açmasına bile fırsat vermeksizin onu def ediyorum. O gidince de hüngür hüngür ağlıyorum. Bana sürekli olarak vurulmasından ve babasızlığımdan nefret ediyorum.
Beyoğlu’nda Sainte Pulcherie Kız Ortaokulu’nda okuyorum. O gün ders çıkışında eve gitmeyip, Fındıklı’ya amcamın atölyesine geçiyorum. Ağabeyimin beni yok yere babama dövdürdüğünü anlatacağım.. Üzerimde o keyifsiz, rahibe mavisi, isli puslu, kişiliksiz üniforma var. Bakana da giyene de hiç bir tat arz etmiyor. Kız ortaokulu olunca, kılığın kıyafetin bilhassa silik ve neşe çağrıştırmayan cinsten olması gerektiğine inanıyorlar ki öğrenciler iffetsizlik etmesin. Ar, namus çok önemli… Fransız terbiyesine göre kızlar güzel, bakımlı, terbiyeli, nazik, zeki ve edepli olmalı. Öyle Amerikalı “Uap uap Lee Cooper” reklamındaki gibi kalça savuran danslar, havailik, ponpon kız oynaklığı zinhar tasvip edilmiyor. Kadınlığın gerçek renklerini, dişiliği çok küçüklükten hadım ediyorlar yani… Esasında laciverte çalan ve tamamen hürriyet kokan deniz mavisi olması, cıvıl cıvıl köpüklerinin de neşeyle oynaşması gereken ergenliğimiz bütünüyle bastırılıyor. Erkekler öcü, kızlar kurban. Erkekler şövalye, kızlar tutsak. Erkekler kral, kızlar cariye. Erkekler avcı, kızlar lokma. Erkekler çapkın, kızlar meze. İki ucu b*klu değnek bir kadın erkek düzleminde edepli olmazsak, bacaklarımızın arasına bir yılanın dolanıp bizi soguk teni ve diliyle öldüreceğini öğretiyorlar. Biz de ölmemek için kız kalmamız gerektiğine inanıyoruz, kadınlığımızı, dişiliğimizi çok gerilere, o Teresa formasının biçimsizliğinin içinde ırakta bir yere özenle saklıyoruz. Yılan gelmesin, bizi bulmasın, sokmasın istiyoruz. Belki de bizleri yılandan, erkeklerden koruyacak olan kişilerin yine erkek olan babalarımız ve ağabeylerimiz olmasından, kısaca bu çelişkiden nefret ediyoruz, kim bilir?
Amcam bir tahta parçasını çakıyla yontarken beni dikkatle dinliyor. Doğru söyleyip söylemediğimi anlamak için asla yüzüme bakmasına gerek kalmıyor çünkü o her şeyi sezebiliyor. Asla elinde tuttuğu odun gibi kalas değil. Asla duygusuz erkek örneği değil. Katı ve ciddi hatta ters görünümüne rağmen özünde pullu, puf puf, karnının ta içine yatılası bir balık o. Çok üzgün olduğumu görüyor, bana Cola ve bir sürü abur cubur ikram etmiş, ben onları yerken bir anda, pat diye: “Bir sevgilin var mı?” diye soruyor. Çok utanıyorum, tükürüğümü yutup, öksürmeye başlıyorum. Benim bir sevdiğim, sevgilim olamaz çünkü her kadını kızı koynuna alan ağabeyim, benim her hangi birinin sadece göğsüne bile yaslanmam halinde bile beni çok fena halde sopalayıp, or**spu diye damgalar. O yüzden ben, hep o boktan rahibe mavisi formayı giymeli, adada veya başka bir yerde yürürken asla kafamı kaldırıp, alıcı gözle etrafıma hiç bakmamalı ve en ufak bir erkeğe dair hiç bir heyecanı yaşamamalıyım. “Yok…” diye yanıt veriyorum, utana sıkıla. Amcam beni öpüp: “Çok güzel ve çok sevgi dolusun, mutlaka olsun, senin bir erkeği sevmen, ona dokunman onun hayatını bambaşka kılar, sakın saklama kendini, evdekileri de bana bırak analarını belleyeceğim ben onların!” diyor. Kıpkırmızı oluyorum. Bir erkeğe dokunmak filan, yutkunup, o düşünceyi hemen aklımdan siliyorum. Bir kaç gün içinde amcam elinde odunla bize geliyor, ağabeyimi Bebek Yokuşu’nun tepesine kadar kovalayıp, orada bir temiz dövüyor. “Ders olsun aslan yeğenim sana, kardeşinin arkasından bir daha sakın ola iş çevirme!” diyor. Babama da: “Zeynep’e bir daha haksız yere veya haklı yere el kaldırırsan seni silerim ağabeycim, yeğenimi de yanıma alırım, bu kızı babasız bırakıyorsun, olmadık birisini sevip, aile kurmak üzere seni bırakıp gittiğinde sakın dövünme, suç tamamen sende çünkü…” diye göz dağı veriyor. Ağabeyim o yediği dayakla bir süre kancıklığa ara verse de özünde ders almıyor tabii ki ve hayatı boyunca da arkamdan pasa atıyor tutuyor, uyduruyor, bokluyor tam bir yılan misali sokuyor da sokuyor. Ve ben her seferinde çok beter bir şekilde ölüyorum. Babam başını yazıdan kaldırdığında ise sadece benim öldüğüm haberini alıyor. Ne olup bittiğinin farkında değil, nasıl öldüğümün ise pek bir önemi yok. Neticede ölmüşüm. Madem kızı ölmüş, o halde, o da annemin mükemmel Rumelili el tadı ve ayarıyla kavurduğu bol fıstıklı irmik helvamdan yasımı tutmak için dört beş tabak yiyor. Beni soğuk toprağa gömüyorlar, soluk mavi üniformam üzerimde, canım öylece sevgiyi, sıcaklığı hiç bilmeksizin ölüp gittiğim için çok yanıyor. Ölünün canı yanmaz sanıyorlar ama öyle değil işte, benimki yanıyor. Öldürülmüş olmaktan, babasızlığımdan nefret ederek, gözlerimi bu dünyaya yumuyorum.
New York’tayım. Türk arkadaşlarımın bir erkek arkadaşı var. Aralarda bahsi geçiyor. Gıyabında “Kadınların sevgilisi” deyip, nasıl efendi gözükürken sahaların Messi’si olduğunu ballandırarak anlatıp, gülüyorlar. “İşi başından aşkın” “Bir ananın biricik oğlu” “Bilmem kaç şirketin veliahtı” diyorlar. Bir gün, bir arkadaşımın evinde çok alakasız şekilde, tamamen tesadüfen denk geliyoruz ve tanıştırılıyoruz. Bir kış günü, dışarıda kar var. Soğuk ve New York o beyaz haliyle çok güzel. Ben 22 yaşındayım. O boylu poslu adam eğilip, gülümseyerek bana bir şeyler diyor. Daha doğrusu demeye çalışıyor. Ben ise onu duymak istemiyorum. Benimle ilgilenmesinden çok rahatsız oluyorum. Kafamı başka tarafa çeviriyorum. Ağabeyim geliyor aklıma, nasıl da sevip okşamadığı, sevgilisi olmadığı kadının kalmadığı ve şayet, bir gün hepsinden helallik istemeye kalkarsa gece gündüz demeden bilmem kaç tane kapıyı çalması gerektiğini düşünüyorum. Bu yeni tanıştığım adamın El Fatiha okuyacağı ardından da hakkını helal etsin diyeceği kadın listesinde olmak istemiyorum. Müzik var. Kulağımı o adam yerine müziğe veriyorum. Billy Ocean “Get outta my dreams, get in to my car” çalıyor. “Yanlış bir şey mi söyledim?” diye soruyor. “Estağfurullah” diyorum. Yüzüme merakla bakıyor. Ben ise onunla göz göze gelmek istemiyorum. Bir bahane ile kalkıyorum, onlar yemeğe gidiyor, ben de evime. Telefonum çalıyor, arayan babam. Çok üzgün bir sesle: “Zeymek, Efe’yi kaybettik” diyor. Ağlamaya başlıyorum. Dışarıda kar var, Efe de Panti gibi ölmüş, bir daha ona sarılamayacağım. Ağlarken: “Ben hemen geliyorum, köşkün bahçesine gömün onu lütfen” diyebiliyorum. New York’tan ve bana o haberi veren babamdan nefret ediyorum.
İstanbul’dayım. Ayaklarım çıplak, köşkün bahçesinde Efe’nin gömülü olduğu toprağın üzerinde onu hissetme ümidiyle duruyorum. Kurabiye Canavarı da tam arkamda. Efe’nin ölümüne sinirleri bozulmuş, şaşı gözlerinden mavi yaşlar akıyor ve bir yandan da asabını düzeltmek için aralıksız kurabiye tıkınıyor. Benimse telefonum susmuyor. New York’taki arkadaşlarım arıyor: “Numaranı verdik, seni sorup duruyor bize..” diyorlar. “Anlamadım, kim beni soruyor?” diyorum. “Berk” diye yanıtlıyorlar. “Neyse ya, karımı kalmadı ki beni soruyor? Baksın dalgasına” deyip, kapatıyorum. Kurabiye Bey kulak kesilmiş: “Harcamasan mı adamı hemen?” diye soruyor. “O beni bozdurup harcar asıl, aptal olma kurabiyeler kan şekerini oynattı, muhakemen bozuldu herhalde! ” diye çıkışıyorum. Kurabiye Bey susuyor fakat telefonum susmuyor. Saniyesine bozuk para uzmanı Berk arıyor. “Başın sağ olsun, bir ihtiyacın var mı?” diye soruyor. “Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz, hayır yok” diyorum. “Benim 1 hafta boşum var, İstanbul’a geliyorum, seni görebilir miyim?” diye atağa geçiyor. Cevap veremiyorum. Bir şey demem lazım. Kara incirlerin durduğu büyük bakır tabağın içinde dolaşan kapkara yılanlar geliyor gözümün önüne. Mavi üniformam üzerimdeymişte, çıplak bacaklarıma dolanıp, beni soğuk soğuk telef edeceklermiş gibi korkuyorum. Babam aynı esnada balkona çıkıp sesleniyor: “Zeymek, gelsene ayva soydum aptal sana!” diye. Onun seslenişiyle aklımı toparlıyorum bir anda ve telefonun öteki ucundan: “Bir şey demedin Zeynep?” sorusunu işitiyorum. “Peki, olur” diye yanıt veriyorum ama ayvayı yemeye mi yoksa Berk’le görüşmeye mi “Peki” dediğimden hiç kimse, ben dahil emin olamıyor. Babama, araya ayvayı sokuşturduğu, kafamı karıştırdığı, beni ağabeyim gibi boktan bir erkek örneğiyle büyütüp, erkeklerden ölümüne korkmama müsaade ettiği için çok kızıyorum. Babasızlığımdan nefret ediyorum.
2 gün içerisinde Berk, New York’tan İstanbul’a geliyor. Uçaktan inip, Kuzguncuk’ta annesini 1-2 saat ziyaret ettikten sonra beni arıyor ve :”Seni almaya geliyorum, uzun yürüyeceğiz bilgin olsun” diyor. “Seninle uzun yol yürünmez, sen ilk fırsatta topuklar, ara yollara saparsın!” demek istiyorum fakat çenemi tutuyorum. Geliyor, Bebek’ten çıkıp, Sarıyer’e kadar saatlerce yürüyüp, konuşuyoruz. Bana gazoz alıyor, oturduğumuzda: “İhalenin şartnamesi nedir?” diye soruyor. “Hangi ihale?” diye şaşırdığımda ise: “Sen” diyor,
hiç sektirmeksizin. “Arz yok ki” diyorum, çok gülüyor. “Gel bakalım inatçı keçi, biraz daha yoralım seni, elbet sonunda fizik direncin düşünce, o çok konuşan, durmadan kuran aklın susacak senin, sakinleşeceksin” diyor. Beni 5 saat içinde çözmesine sinir oluyorum ve: “Ben patron düşmanıyım, uzlaşamam seninle. Ayrıca, Coni’nin Allahı’sın, şuradan bir taksiye binip, dönelim, çok teşekkür ederim güzel vakit geçirdiğimiz için” diyorum. Ukala bir şekilde: “Patron adam bu kadar yol yürür mü? Şöförünü çağırır, çok yanlış gözlem… ” dedikten sonra: “Coni de bir el tutmak için bu kadar çaba göstermez fakat müsadenle ben tutacağım zira 5 saattir gözüm elinde” deyip, pat diye elimi tutuyor. Elim elinin içinde. Kıpkırmızı oluyorum. “Oh be! Seni susturmanın yolunu bulduk Zeymek Hanım” diyor, gülerek. Çokta güçlü, elimi çekemiyorum. Babam sanki ileride bir yerde kucağında bir tabak limonlanmış, kaşıkla kopartılarak dilimlenmiş ayva yığını kucağında, bize bakarak oturuyor. Ağabeyim de ona yakın bir yerde, sokak gösterisi yapıp, sepet içinde tıslayan duran çeşitli renklerdeki yılanlara Hint fakiri misali flüt çalıyor. Yılanlar sepetten kafalarını birer birer uzatıp: “Geçmiş olsun Zeynep! Panzehir lazım mı?” diye soruyorlar. Kim vurduya gittiğim ve babamla ağabeyim beni kurtarmak yerine gırgır geçtikleri için çok bozuluyorum. Babasızlığımdan nefret ediyorum.
Berk beni onca sene içinde tek bir kere bile üzmüyor. Elimi asla bırakmıyor. Burnu büyük bir patron, tutarsız bir Amerikan Coni’si asla olmuyor. Şap mı yiyor ne yapıyor bilmiyorum ama etrafındaki pirana ordusu kadınlara rağmen yoldan hiç çıkmıyor. O kocaman işlerini, yoğunluğunu nasıl ayarlıyor, ne şekilde beceriyor bir şey diyemiyorum ama beni mutlaka her gün arıyor, soruyor, asla cepte bilmiyor, özensiz, laubali, keyfi, serkeş, terbiyesiz davranmıyor. Aynı evde bir erkekle beraber yaşamanın ne kadar güvenli ve güzel bir şey olduğunu her gün tekrar tekrar kanıtlıyor; babama, ağabeyime inat beni her gün daha çok seviyor, her şeyden koruyor kolluyor, tüm o yılanların boğazlarını sıkıp öldürdükten sonra beni severek öpüyor, kokluyor, sarılıyor. Beraber mavi üniformamı çöpe atıyoruz. Tutku nedir büyük bir adamın tüm tecrübesiyle öğretiyor. Saç telimden serçe parmağıma kadar seviyor. Ben kendimi sevmediğimde, kulağıma eğilip: “Çok güzelsin, biraz edepsizlik edelim mi?” diye fısıldıyor. Evlenmek istiyor. Çocuklarımız olsun istiyor. Annesi beni kızı gibi seviyor. Ben de annesini öz annemden fazla seviyorum. “Yalıda beraber yaşasak olmaz mı, sizi çok özlüyorum” diyor. Berk bana: “Yan yalıyı alayım, anneme nezaketen ‘Evet’ demek zorunda asla hissetme, böylece yan yana oluruz” diyor. “Annenle beni kıskanıyor olabilir misin?” diye soruyorum. Gülüyoruz. Düğün hazırlığı başlayacak. Sonra bir şey oluyor. Tatsız bir şey…Berk bir gece araba sürerken, trafik kazası geçirip, oracıkta ölüyor. Elimle aşık olduğum adamı toprağa veriyorum. Canım çok yanıyor, ölmek istiyorum ama ölemiyorum. Amcamdan sonra kaybettiğim hayatımdaki ikinci balık Berk oluyor. Babamdan beni bu denli boktan bir dünyaya getirttiği için nefret ediyorum. Teselli olamıyorum. Babam, sevgilim, dostum herşeyim bir anda elimden gidiyor. Babasızlığımdan, ersiz kalmış olmaktan nefret ediyorum.
Yıllar sonra anne olmuşum. Aldatılmışım, aptal yerine konulmuşum, arkamdan ileri geri konuşulmuş, zamanım geri dönüşsüz bir şekilde harcanmış ve ben, tüm o tahmin ettiklerimle doğumuma 2 hafta kala yüzleşmişim. Kızım henüz 6 günlük. Beşiktaş Nüfus İlçe Müdürlüğü’ne kızımın kimliğini çıkartmaya gidiyoruz. Yanımda annem var. Lea evde, bakıcısı ve babamla birlikte… Nüfus müdiresine kızımın doğum raporunu verip, sesimi alçaltarak: “Ben evli değilim, baba hanesine soyad koyulamayacak” diyorum. Kadın yüzüme bile bakmaksızın, içeriye diğer memurlara en kocaman sesiyle: “Bir kimlik ver oradannnnn, babası yokkkk!” diye bağırıyor. “Babası yok! Babası yok! Babası yok!” diye kulaklarım çınlıyor. Annem yerin dibine geçiyor. Kadına nefretle bakıyor. Ben ise başım dik, sessiz bir şekilde hemcinsim olan yılanın gözlerinin içine dik dik bakıyorum. “Baba adını ne yazalım?” diye gebeş bir şekilde soruyor. “Orospu çocuğu yazın lütfen” diyorum, çok rahat bir şekilde. Kadın mosmor oluyor. Yutkunuyor. “Hanımefendi…” filan diye geveliyor. Hiç umursamıyorum… Arkasında bir an için Berk’i görüyorum sanki. Hüngür hüngür ağlıyor. Onu görünce ben de ağlıyorum. “Zeynep, seni çok seviyorum, çok özür dilerim. Lütfen pes etme, seni gerçekten çok sevecek birisi gelecek, beni bile unutacaksın” diyor ve yok oluyor. Lea’nın kimliği elimde, soyad hanesine babası misali benim soyadım verilmiş, Buğay yazılmış, annemle birlikte o resimsiz kimlikle dışarı çıkıyoruz. Annem bana kapıda sarılıyor. Çok kötüyüm. Dizlerim titriyor. Ağlıyorum. “Geçecek yavrum, seni çok seviyorum” diyor. Seviyor da… Ben ise o esnada o güne dek sevdiğim ve kaybettiğim tüm balıklar için yas tutuyorum. Yunus Peygamber misali amcamın, Berk’in beni yutmasını ve karınlarında gittikleri yere götürmelerini diliyorum. Ersizliğimden ve babasızlığımdan nefret ediyorum. Hayat beni, çok güzel bir kadından tamamen dertli, ciddi ve katı bir erkeğe dönüştürüp, defalarca öldürüyor. Lea kucağımda, yılanların bizi zehirleyerek soktukları bir çukurda acı çekerek ölüyor ve yok oluyoruz… Cesetlerimiz yerine o çukurda sadece mavi, soluk, iffetli ve üzgün bir üniforma bulunuyor. Fakat uzaklardan, çok ama uzaktan sanki iki güleç kadının kahkahası duyuluyor… Çukura baktıklarında görünürde kimse yok ama o çınlama, o kahkahalar uzaktan uzaktan gelmeye devam ediyor… Çukurdan kurtulmuş olan Lea ve ben, amcam ve Berk’in yanında, o derin ve berrak suda, çırılçıplak ve ilk defa varlığımızdan ve kadınlığımızdan hiç utanmaksızın, hiç bir yerimizi edep, iffet zırvaları yüzünden kapatmak zorunda kalmaksızın hür bir şekilde yüzüyoruz… Dişiliğimizle ve tüm o yaşadıklarımızla, maruz kaldıklarımızla, yara berelerimizle gurur duyuyoruz… Geri dönmek, aşağılanmak, sevgisizlikle tekrar yüzleşmek istemiyoruz. Asla dönmüyoruz da… O denizde, başka bir alemde huzuru bulup, 4 dev balık olarak oynaşarak, gülerek, yüzerek var oluyoruz…