8 Aralık 2017

8 Aralık 2017. Gece saat 03:20 sularında rahatsız bir şekilde uyanıyorum. Son zamanlarda artık eskisi gibi kolayca uykumu sürdüremiyorum. Altımda bir baskı var. Tuvalete gitmem gerekiyor. Toplamda 8 ay 2 haftalık gebeyim. Karnı burnunda dedikleri cinsten…Karnım tatlı bir top gibi, üstelik gündüzleri de yarı yarıya yok oluyor. Hamileliğim çok insan için her yönüyle merak konusu. Ancak ben istemeyince bana soru sorabilmek, benden bir cevap alabilmek pek mümkün olmadığı için çoğu sadece dedikodu ettiği, varsaydığıyla kalıyor. Büyük çoğunluğun sorabildiği tek şey ise şakayla karışık taşıyıcı anne tutmuş olup olmadığım… Öyle bir şey yok tabii ki bunu her duyduğumda gülüyorum ve biraz da sadece 5 kilo almış oluşumla gurur duyuyorum. Ama sorunun izahatine gelince doktorumun dediği kadarıyla iç haznem geniş ve bebeğimi kanguru misali saklayabiliyorum. Geceleri ise el ayak çekildiğinden ötürü olsa gerek küçük hanım daha fazla o cepte saklanma gereği duymaksızın, göğsünü gere gere ortaya çıkıyor ve karnımın içinde fır dönüyor. Haliyle o, bu denli hareketliyken artık rahat uyuyamıyorum.

8 Aralık 2017

Evde 3 İran kedim ve ben haricinde hiç kimse yok. Yapayalnızım. Esasında yalnız olmaktan da şikayetçi değilim zira yakında hayatımın kaçarı olmaksızın kalabalıklaşacağı aşikâr. Bir kaç gün sonra, 4 hafta içerisinde sezeryanla doğması planlanan kızımın bakımını benimle birlikte üstlenecek olan personelim Filipinler’den İstanbul’a gelecek. Evde benimle birlikte kalmaya başlayacak. Geçtiğimiz günlerde onun odasını hazırlatmışım. Ardından da bir mânî olmazsa kızım Lea aramıza katılacak. Onun da odası ve temel ihtiyaçları kotarılmış. Gündüzlü bir yardımcım var, o da her gün gelip temizlik ve yemeğimi yapıyor çünkü ben yemek yapmaktan oldum olası nefret ediyorum.

Rumeli göçmeni olan mutfak mahiri annemin pazılı levrek sarmasına kadar hazırlayıp, kurduğu mükellef ve zarif misafir masalarından tutun, evde eşine her gece sunduğu 6 farklı kap yemek alternatifine kadar tüm bu bitmek bilmeyen çabayı çok ciddi bir zaman kaybı olarak görüyorum. Avusturya Lisesi’nde okuyup, Alman terbiyesi ve disiplini almış annem ise o katılık dahilinde asla tek bir yardımcısına bir kap yemek dahi pişirtmiyor. Onun esnemesi namümkün görüşlerine binaen, onun gözüne maharet babında giremeyen hiç kimsenin kursağımızdan geçecek tek bir lokmanın hazırlanışına el atmaması gerekiyor. “Neden ama anne?” diye soracak olduğumda, “Elleri ağır ve çokta lezzetsiz” diye kestirip atıyor. Üsteleyemiyorum. Onun bu patronvari halleri beni çok sıkıyor. Onca nobranlığının içinde ise benim elimi garip bir şekilde çok beğeniyor ve beni halefi olarak görüyor fakat benim zinhar o taraklarda bezim yok; yemeğin üretimine harcanan zamanın konuşmaya, paylaşmaya, anı biriktirmeye harcanması gerektiğini düşünerek katiyyen yemek yapmak istemiyorum. Aksi bir tutum benimsemem de mümkün değil zira annem Gümüşsuyu’ndaki çocukluğumdan bu yana bana göre hep mutfakta, daima o telaşe yüzünden bana arkası dönük, aralıksız olarak da aklı birşeylerin kıvamını tutturmakta… Oysaki hakikatte yıllarca başarılı bir çalışma hayatı olmuş bu insanı benim mutfak dışında başka unsurlarla da hatırlayabilmem gerekiyor. Ama olmuyor işte… Benim dimağma o kafasını veya kulağını asla bana veremeyen, beni duygusal manada pasa savsaklayan ve yaşamın metodik tarafına saplanmış haliyle kazınmış bir kere… Ben ise basit bir tereyağlı ekmek sürse de yanıma otursa, sadece baş başa zaman geçirsek, ona çok merak ettiğim herşeyi sorabilsem, mesela o çocukken ilk kimi sevdi gibi, beraber kıkırdasak, ağız dolusu gülsek, bana kendi çocukluğunu, hayatını veya aklına ne gelirse gelsin anlatsın, yeter ki anlatsın derdindeyim. Hala da öyledir; sevdiğim, ilgi duyduğum veya hoşlandığım insanlarla sadece konuşmak, onları tanımak, daha fazla duymak, mümkünse onlarla gülmek isterim. Gülersek her türlü gam ve zorluk hafifler ve kolaylaşır diye inanırım. “Seni bir yemeğe götürebilir miyim?” sorusu eğer havalı bir mekân ve ezici maddi imkân üzerinden beni etkilemek üzere kurulmuş bir tezgâhsa hızla hayal kırıklığı yaşar, hemen kaçarım. İlk tanıdığım insanlara da şayet gıyablarında bir şüphem varsa sırf onların samimiyetlerini ve olgunluklarını ölçmek için en bakımsız halimi, olabilecek en ortalama mekânı buluşma yeri seçmek suretiyle, gösteririm. Çünkü atmosfer, yemek filan değildir benim için esas olan… Onların herşeyi ağır kıldığına, atıllaştırdığına inanırım ben…Konuşmak, dinlemek, paylaşmak, mümkünse akıl yarıştırarak gülmek beni her zaman çok daha fazla doyurur. Şayet karşımdaki insanlar da benimle aynı eğilimdeyse, aramızda kıvam tutturma derdi olmayacağı ve diyaloğumuz da görünümden, şekilden, yüzeysellikten bağımsız bir şekilde kendiliğinden tatlılıkla kabarıp, mayalanacağı için ne yenildiğinin veya nerede yenildiğinin bir önemi olmayacaktır diye inanırım. Ancak ne yazık ki çok büyük bir çoğunluk bunu böyle görmez.  Tıpkı annemin de görmediği gibi… Haliyle ben de beni çok özlem duyduğum annemden kopartan yemeğe azılı bir şekilde düşmanlığımı sürdürürüm. Küçükken: “Çok param olsa hep Bakkal Kemal Amca’ya sandviç yaptırıp, ailemizi beslerim ve böylece annem sadece bana kalır” diye düşünürdüm. Büyüdüm. Çok param oldu… Gerek ailevi manada gerek münferiden fakat annem bana asla kalmadı. O yüzden ben, çok ama çok nadiren yemek yaparım. Sadece gerçekten gönül almak, teşekkür etmek veya kıymet bildirmek istiyorsam yemek hazırlarım… Bunların dışında da yapmam, yaptıramazsınız. Acımdan ölürüm, yine uğraşmam.

Lea 4-5 aylık olduktan sonra bakıcımla beraber tamamen yurtdışına, kızımın babasının yanına taşınacağım. Gitmeyi istiyor muyum tam olarak bilmiyorum. İstanbul’u çok seviyorum. Ada’yı, Gümüşsuyu’nu ve Bebek’i göremeyecek, yaşayamayacak olmak beni çok üzüyor. Bebek’teki evimi çok özenerek tasarladığım, içindeki resim ve heykelleri gözümden bile sakındığım için gideceğim zaman asla kiraya bile vermeyi düşünmüyorum. Öylece kapatıp, kızımı, kedilerimi, kıyafetlerimi alıp çıkacağım. Geldiğim zamanlarda kalırım, herşey ben sanki hep oradaymışım gibi beni bekler diye tasavvur ediyorum. Yine de gönlüm hiç rahat değil. Bir şeyler içime hiç sinmiyor…

Doğumdan önceki son ayım olduğu için artık kızımın babasının yanına gidip gelemiyorum, uçağa binme iznim yok. Onun tüm ısrarlarına rağmen yurtdışında doğurmayı da asla istemiyorum. “Yanında olmama neden izin vermiyorsun, anlamıyorum?” diye öfkeyle karışık her soruşunda, beni hamileliğim boyunca maruz bıraktığı dengesizlikleri içim sızlayarak hatırlıyorum ve sadece kavgaya ve daha fazla gerilime mahal vermemek için “İstanbul’daki doktorlara daha çok güveniyorum” diyerek, konuyu geçiştiriyorum. Aslında bu doğumda ve belki daha sonrasında onun bizim hayatımızda bir yeri olmayabileceğini seziyorum. İçim öyle diyor… Ve kim bu dediğimi ne denli garip veya komik bulursa bulsun, daima da aklıma gelen herşey başıma geliyor. Fakat ona bunları ifade etmek istemiyorum. Zaten empati noksanı… Hep mi böyleydi diye soruyorum kendime, evet belki de hep böyleydi ama çok zeki oluşu, çok uzun ve çok nitelikli konuşabilmemiz, beni çok güldürmesi ve çocukluk aşkı olmamız onun bu eksikliğini mazur görmemi sağlamış. Şimdilerde ona samimiyetle kaygılarımı veya sezinlediklerimi ifade etmeye her kalktığımda “Ruh hastasısın, manyaksın, paranoyaksın, kıskançsın, sıkıyorsun, boğuyorsun, kuruyorsun” ların altında nefessiz kalmaya mahkum ediliyorum. Ve şayet beni yeterince örseleyemediğine kanaat getirirse, sözlü şiddetin boyutu en uç noktaya yani tehdide kadar varıyor ve “Bir telefonumu değiştirmeme bakar, bok gibi kızınla ortada kalırsın” diyor.

Evli değiliz. Onun hukuki engellerinden ötürü evlenememişiz. Hatta ben gelinliğimi bir ihtiyaç sahibi genç kıza vermişim. 41 yıllık mutlu bir evliliğin çocuğu olan ben, sevdiğim insanla yuva kuramamış olmanın üzüntüsünü çok derinden yaşıyorum. Onun ise pek umurunda değil… Beri yandan tüm bu olumuzluk süre gelirken ondan bir çocuk sahibi olmaya beni ikna etmek için tam 1 yıl boyunca dil döküyor. Yurtdışında yaşayacağımı, işim için istediğim zamanlarda Türkiye’ye gelip gideceğimi, onun iş ve meşguliyetlerini tamamen çocuklu yaşantıya uygun bir şekilde değiştireceğini, imzanın değil verilen sözlerin bağlayıcı olduğunu, bizim birlikte göğüslediğimiz onca badireden sonra sonsuza dek sevgili olarak kalamayacağımızı, aile olmamız gerektiğini söylüyor. Ben ise öyle marjinal, rahat, tasasız birisi olmadığım ve aileme de asla ilişkim veya seçimlerimle ilgili yalan söylemediğim için karar veremiyorum. Ağlıyorum. Gelip sarılıyor. “Bir çocuğumuz olsun, annelik sana çok yakışır” diyor. Annem geliyor aklıma; ben ağabeyimden dayak yerken pekte birşey yapamayan annem… Ben bir soru sorduğumda düdüklü tencerenin tıssslama sesi yüzünden beni rahat duyamayan ve adam gibi dinlemeyen annem… Ben okumayı sökemediğimde, benim ömür boyu akademik bir başarısızlık abidesi olacağıma inanan ve korkan annem… Çocuğum olursa, onunla kuracağım ilişkinin, annemle benimki gibi kırık dökük olmasından korkuyorum. O yüzden: “Ben beceremeyebilirim” diyorum, “Senin merhametinde ve senin kadar sevgi dolu birisi mi yapamayacak? Saçmalama!” diyor. Oysaki ağabeyimi, annemi, amcamı kısaca herkesi ve tüm durumları biliyor… Haklı olabileceğimi de… Yine de 1 yılın sonunda kendi ailemi kurma isteğim ağır basıyor, ikna oluyorum ve 6 ay denedikten sonra Nisan ayında bir gece hamile kalıyorum.

Tuvalete gidiyorum. Ayaklarım her zamanki gibi çıplak. Bunca duyumsadığım kasık baskısına rağmen çok az çişim var. Yapıyorum. Bitiyor. Oturduğum yerden kalkmak istemiyorum. Banyoya astığım ve orayı adeta bir galeriye çevirmiş olan resimlere ilk kez görmüşümcesine, merakla bakıyorum. Gustave de Smet’in Penceredeki Kadın’ını izlerken, o kadının ifadesindeki kaygılı bekleyiş bana, beni hatırlatıyor ve “Beni aldatıyor” diyorum. Canım acıyor. Kızım huzursuz olduğumu anlıyor, uyanıyor ve içimde kıpır kıpır… “Yok birşey Lea, uyu lütfen” diyorum ona. Var esasında bir şey… Var maalesef… Bana hamile kalmam için baskı yaptığı zamanlardan bile çok daha öncesine dayandığını düşündüğüm bir kepazelik kapalı kapılar arkasında süregeliyor. Seziyorum. Hiç çekinmeden düşündüğümü ifade ediyorum, soruyorum, izah etmesini rica ediyorum. Esasında “Evet” demesini ve herşeyin bitmesini istiyorum. Çünkü beni çok yıpratmış. Ahlaki manada da taban tabana zıttız. Fakat o kendinden emin bir şekilde beni yalanladıkça, kaçınılmaz son uzuyor da uzuyor. Sevmiyor muyum? Hayır bilakis çok seviyorum ama sadakatsizlik benim kırmızı çizgim. Öylesi bir ortamda sevgiyi bahane ederek, onursuzca var olamam ben. Kısaca erkeğin iffetsizine, karıya kıza tenezzül edenine tahammülüm yok. Bu adam da ne kadar saklamaya çalışsa da son yıllarda alenen böyle bir insan. Tek ihtiyacım olan bunu onun yüzüne fırlatıp, dayanak sahibi olarak çekip gitmek… Acaba’lara mahal bırakmamak. O yüzden yakaladığım her bir ipucunu muazzam bir titizlikle birleştirip, önüne koyuyorum. Satrançta mat ağı örer misali…. İşte o köşeye sıkışma anlarında hakaretler ediyor. Son dönemlerde küfür etmeler, eline geçeni fırlatmalar da başlamış fakat ne yaparsa yapsın yavuz hırsız ev sahibini bastıramıyor. Haklı olduğumda 1.57cm’lik boyumu hayli hayli aşan berbat bir heybetim var: “Haddini bil, cevapların tutarsız, hududunu aşmadan konuş, kelimelerini özenli seç, eline ayağına da hakim ol! ” diye uyarıyorum. Bendeki seri katil serin kanlılığından aleniyetle korkuyor. Susuyor, ardından: “Saçmalıyorum, çok özür dilerim, lütfen affet” diye çark ediyor, tabir-i caizse ayağıma kapanıyor. Esasında günü kurtarıyor. Ben ise ortada kurtarılacak bir ilişki kalmadığının sonuna dek farkındayım. Fakat amcamın beni hep uyardığı gibi yine gereğinden fazla tahammül ediyorum, yine gereken zamanda dur demiyorum.

Odama geri dönüyorum. Saat 03:30. Telefonuma gelmiş bir mesaj olduğunu haber verecek şekilde minik yeşil bir ışık yanıp sönüyor. “Ne olduğuna yarın bakarım, geç oldu” diyorum. Yatağıma doğru seyirtirken birden vazgeçip, ne olduğuna bakmaya karar veriyorum. Açıyorum, Messenger uygulaması üzerinden gelmiş bir takım video linkleri olduğunu görüyorum. Yollayan adam, kızımın babasının eski iş ortağı… Benim kalemim birisi değil. Çevremizdeki varlığının ekonomik, sosyal ve ahlaki manada çok tehlikeli olduğunu, bize yıkım getirebileceğini ve karaktersizin teki olduğunu defalarca belirttiğim birisi. Zinhar görüşmek istemiyorum ve bir araya da asla gelmiyorum. Gıyabımda atıp tuttuğu onca palavradan sonra nihayet kendi ipini çekiyor, hırsına gem vuramayıp, kızımın babasının muazzam miktarlardaki bir parasını iç ediyor ve ikisi çok şükür ters düşüyorlar. Ben bu vesileyle kurtulduk diye bayram yaparken, gecenin bir behri ondan gelmiş olan bu mesajların hayırlı bir şey olmadığını daha içeriğe göz atmaksızın biliyorum. Lea dikkatimi dağıtmak istercesine içimde burgular yapıyor: “Sadece bir göz atacağım, tasalanma” diyorum. Mesajları teker teker açıyorum; çok ciddiye alınacak bir şey değil canım, sadece kızımın babasının ben evde doğum beklerken, bir hafta evvel yaptığı toplu alem görüntüleri. Şüphelendiğim ve adını milyonlarca kere zikr ettiğim kadın da o ortamda, başkaları da… Nasıl aptal yerine koyulduğumu kızımla beraber izliyoruz. Mesajlara eşlik eden uzunca da bir not var, ne türden bir ahlaksızlığın ne zamandan beridir süregeldiğini, benim arkamdan nelerin atılıp tutulduğunu ve nasıl onursuzlaştırıldığımı teferruattıyla izah eden güya dostane bir mesaj… Beni böylesi bir adamdan çocuk sahibi olduğum için uyarmak ve hakikate aydırmak isteyen bir  mesaj…Okudukça terliyorum galiba… Emin değilim… O denli kötü bir an ki şimdi tam hatırlamıyorum. Ellerim ayaklarım soğuk soğuk terliyor. Ben ağlayamıyorum ama vücudum attığı her bir ter damlasıyla gözümden akamayan yaşı ganî ganî ikame ediyor. Lea ise artık kıpırdayamıyor. Donmuş gibi… Olanları asla geri döndüremeyeceğinin farkında ve bana olabilecekler için korkuyor …

Odadan çıkıp, evimin balkonuna yürüyorum. Kapıyı hiç düşünmeden açıyorum. Ne yapmak istediğim son derece belli.. Dışarıda tabak gibi bir ay, buz gibi ama berrak bir hava, yıldızsız bir gecenin altında Ay’ın ışığının vurmasıyla birlikte hafifçe aydınlanmış güzelim Boğaz var. Karanlıklar altında saklı, adeta bir suikastçi olan Boğaz… Kimi canını alacağı, kimin başını döndüreceği belli olmayan zarif, çevik ve acımasız Boğaz… Annemlerin yeşil köşküne bakıyorum, benim bir sokak altımdalar. Balkonda olduğumdan haberleri yok. Sevmedikleri ve tasvip etmedikleri bir adamdan, çok sevecekleri ve çok sahiplenecekleri bir torunlarının olacağı haricinde hiç bir şey bilmiyorlar. Muhtemelen karı koca yine mutlulukla el ele uyuyorlar. Ben ise elimde olmaksızın: “Bu gece ne yediler acaba?” diye merak ediyorum çünkü ben, ömürlük bir kazık yemişim ve hazmedebilmem pek mümkün değil. Onlara bunu izah etmem de… Veya onların bana doğum arifesinde “Biz sana demiştik” demeleri de… Olanı biteni amcamla paylaşırım ve ne yapacağıma onunla birlikte karar veririz diyecek olsam maalesef artık o da yok… Gitti. Giderken de beni Gümüşsuyu’na emanet etti. Olgun ve asla kazık yemeyecek olan, işveli kadın Gümüşsuyu ise o an için gidip akıl soramayacağım kadar çok uzakta… Şimdi sadece Lea ve ben varız ve bu tatsızlıkla da başbaşayız.. Ve ben, korktuğum yine başıma geldiği için kan ter içindeyim. Atlasam mı diye aşağıya bakıyorum. Bakıyorum. Bakıyorum. Bakıyorum… Aklımdan hep o “Ruh hastasısın, manyaksın, kıskançsın, sıkıyorsun, boğuyorsun, kuruyorsun, komplekslisin” hakaretleri geçiyor. Hiçbirisi olmadığıma sevinemiyorum. Bu, haklı çıktığına sevinç çığlıkları atabileceğin cinsten bir durum değil. Bu bir çıkmaz sokak, dahası ucunda da devasa bir uçurum var. Ve ben atlamak istiyorum… Onun hep dediği gibi bir telefonunu değiştirmesine bakmamış kızımla bok gibi ortada kalmamız, benim bir geceyarısı telefonuma bir göz atmama kalmış… Kızıma “Çok yalnızız biliyor musun Lea” diyorum ve ağlamaya başlıyorum. Rüzgar yüzüme aptal olduğum ve sevdiğim için defalarca vuruyor. Lea ise hiç ama hiç kıpırdamadan öylece, ne yapmaya karar vereceğimi bekleyerek karnımda  tamamen tetikte. Seçtiği annenin yemek pişiremese de ona mükellef bir hayat sofrasını tek başına kurmayı göze alıp alamayacağını, bunu becerip beceremeyeceğini yani mukadderatını sorguluyor. Zira annesinin lakabı yıllardır “Kraliçe”. “Kraliyet soyundan mı bilmiyoruz ama ruhu kesinlikle asil, kendisi de muazzam azametli” diyor çevresi… Üstelik bunu diyenler onu pek sevmiyor da çünkü Zeynep çok fazla dürüst. Rahatsız edici bir şeffaflığı var… “Muktedirlik lafta olmuyor Zeynep” diye kendi kendime bir laf çarpıyorum…Silkelenmesini ve bu çaresiz halden vazgeçmesini istiyorum. O kadar üzgün ki tek bir cümleyle ikna edemeyeceğim aşikar. Devam ediyorum ve: “Asalet de saraylarda oturarak veya parayla oynayarak olmuyor. O, tam da eteğini toplayıp, boka bata çıka da olsa parkuru tamamlayıp, bitirme çizgisini ne pahasına olursa olsun kararlılıkla göğüslemekle oluyor” diyorum. Beni duyuyor. Duyduğunu biliyorum. Balkonun demirlerini sıkıca elleriyle kavrayıp, sıkarken sessizce ağlıyor. Varsın ağlasın ama pes etmesin diye düşünüyorum. Son bir hamleyle: “Bir Kraliçe toprağını öyle kolay kolay terk etmez, toparlan da içeri girelim” diyorum ona. Dediğimi yapması gerektiğini gayet biliyor. Duygularına yenik bir ergen gibi davranamayacağının farkında çünkü o artık istese de istemese de bir anne. Kendi annesinin o esnada yanında olmasını dilediği o kadar bariz ki sığınmak isteğiyle annesiyle babasının köşküne doğru gözlerini çeviriyor. Ana Kraliçe olan annesinin babasını her akşam kapıda en güzel, en özenli haliyle yıllardır karşılayışı, birbirlerine senelerdir aşkla sarılmaları, annesinin babası eve gelene dek sofraya oturmayıp, onu aç beklemesi ve sadece o gelince yemek yemesi, her gece yatakta ya el ele tutuşup ya da birbirlerine ayaklarını değdirip uyumaları, hala yürürken el ele tutuşmaları gözünün önüne geliyor. Atlayamayacağını anlıyorum. Bana bakıyor. İkimiz, duygu ve mantık olarak biriz artık. Atlarsak bizimkisi banal bir hikayeden farksız olacak. Sevdiğimizin, yıllarca beklediğimizin, zamanımız ve gençliğimizden feragat etmemizin, sadakat gösterdiğimizin hiç bir anlamı olmayacak. Büyümek adına hiç bir şey yapmamış olacağız. Dahası biz henüz seveceğimiz Kral’ı da bulamamışız. “Haklısın” dercesine bana bakıyor ve: “İntihar edip, arkamdan ‘Yüzü gözü paramparça olmuştu, kadavrası da çok çirkindi’ dedirteceğime, delik deşik bir ruhla da olsa toprağıma, kızıma sahip çıkıp, bir gün annemle babamınki gibi bir sevgiyi bulmayı umarak yaşarım” diyerek, içeri giriyor. İçerisi de içi de çok karanlık ama o, o zifiri karanlıkta bile olsa yaşamayı seçiyor.

Gerisi mi? Gerisini bir gün Zeynep yine o şevki bulduğunda teferruattıyla anlatır… Ancak o geceki temennisinden farklı olarak onun adına ifade edilebilecek tek kesin şey, artık kimseyi aramadığı… “Vazgeçtim, inancım kalmadı, olmaz” filan da demiyor üstelik. Sadece aramaması gerektiğini adı gibi biliyor…Bugüne kadar da nasıl aranan bir tip olmadıysa, yine Kraliçe’liğine yaraşır bir şekilde sükunetle sadece “durması” gerektiğine inanıyor. Durmalı ve aramamalı ki o tamah etmeyen, tenezzülsüz, iffetli erkek her kimse, kızıyla, onu kendiliğinden bulsun… Adamın çok fazla birşey yapmasına veya çok kocaman bir şeylere sahip olması gerektiğine de asla inanmıyor. “Elimi elinin içine alsın ve sözünün eri olsun yeter” diyor. Evlenmek filan da istemiyor… Formaliteye dair her şeye olan inancını çok zaman önce yitirdiğini söylüyor çünkü… Sadece ait olmak ve gözü hiç arkada kalmaksızın sevebilmek istiyor. O adama her gece kapıyı pırıl pırıl açmak, “o” da  Zeynep’i her gördüğünde sanki ilk defa bir ülkeye ayak basıyormuşçasına heyecanlı ve umutlu olsun, tüm derdini, tasasını unutacak kadar mutlu olsun istiyor. “Zeynep benim denizim ve o berrak, mavi denizin içindeki tüm pullu balıkların tamamı da onun yüzündeki o kocaman gülümseme” desin istiyor. Bir de istirham ediyor; yemek, ütü filan yapmadığı için ona asla kızmasın. “O yapabilir ama mesela, ben asla kızmam” diye de takılıyor. Hatta: “Bekledim ama değdi, en hamaratını aldım derim” diye de ekliyor. Adam onun bukleli saçlarını tarasın, ona hep birşeyler anlatsın veya onu can kulağıyla dinlesin, Zeynep de onu hep güldürsün istiyor. Onunla hiç kavga etmesin, ağır başlı, oturaklı olsun, çok kızarsa da kendisini bakışlarıyla adam etsin, sözünden çıkmasına gerek kalmayacak kadar ona güvenebilsin istiyor. Başka da hiç bir şey istemiyor… Beraber yaşayacak, yaşlanacak zamanları olsun kafi…”Olmuyorsa da düzenin canı sağ olsun. Ben aramayacağım” diyor.

Not: Lea, 27 Aralık 2017’de manevi manada berbat güç bir doğumla dünyaya geldi. Resimde 20 günlük ve biz, bugün o olaylardan sonra kiraya verip, bir şeyler ruhumda durulana dek kapısından tekrar geçmemeye karar verdiğim Bebek’teki evimde uyuya kalmışız. Belki hepsi de bir rüyadır zaten… Kötü, berbat, tatsız bir rüya…